Türkiye'nin en uzun süre hapis yatan tutsağı kitap oldu

Ömrünün 32 yılını cezaevinde geçiren biri Tahir Canan. Ve çıktığı gün 30 Nisan 2013’te yarın 1 Mayıs mesajı verecek kadar mücadelesine bağlı. Ama anlatılan sadece onun tutsaklığı değil, ailesinin, çevresindekilerin neler yaşadığı ve aslında koca bir memleketin tutsaklığı.

Damla Baytekin - soL
Ali Ufuk Arikan’ın yazdığı Büyük Tutsaklık kitabı Yazılama Yayınevi’nden çıktı. Kitap, Türkiye’nin en uzun süre hapis yatan siyasi mahkumunun, Tahir Canan’ın, hayatını konu ediniyor. Yazarın kaleminden dökülen haliyle ise kitap, “Boyun eğmeyen insanlığın öyküsünden bir yaprak”. Kitabı henüz elinize almadan kapağı ile yüzleşiyor ve daha o anda sorgulamaya başlıyorsunuz. 32 yıl boyunca “içerde” olmak... Nasıl bir duygu olmalı? İnsan nasıl direnir? Peki ya umut, o nasıl var eder kendini? İşte Tahir Canan’ın yaşamında konuk olduğumuz kısım bize bunları sorgulatıyor, tutsaklık, kahramanlık ve mücadele kavramlarını yeniden şekillendiriyor beynimizde.

Bu kitabın oluşmasını sağlayan şey aslında Tahir Canan’ın özgürlüğü için verilen mücadele oluyor. Bu mücadeleyi başlatan kişi Tahir Canan’ın oğlu İlhan Canan. Kitabın yazarı Arikan da bu özgürlük mücadelesine destek veren, onun büyümesini sağlayan basın emekçilerinden biri. Bu hafta sayfalarımızda Ali Ufuk Arikan, Tahir Canan ve İlhan Canan ile “Büyük Tutsaklık” üzerine sohbet ettik.

Kitabın içeriğine dair konuşacak çok şey var elbette ama biz önce bu kitabı yazma fikrinin nasıl ortaya çıktığı ile başlayalım. Bu fikir nasıl ortaya çıktı ve tepkiniz ne oldu?
Tahir Canan: Şöyle başlayayım, biz zaten uzun süreli bir kampanyaya devam edince bunun sonucunda kimi talepler olacağını düşünüyorduk. Hatta biz düşünmesek bile cezaevindeki personel diyordu. “Dışarı çıkınca sana teklifler gelir, aman ha büyük paralar iste” diye. Ben hepsini dinleyip “Tamam tamam” diyordum tabi. Ufuk zaten başından beri bu kampanyayı yürütenlerin içindeydi. Kaç kere eve geldi birlikte oturduk sohbet ettik. Bir gün evde sohbetimiz sırasında “Ben bir kitap yazmak istiyorum, ne dersin?” diye sordu, biz de itiraz etmedik, tabi dedik.

İlhan Canan: Orada bu teklifin Ufuk’tan gelmiş olmasının bir ayrıntısı var tabi. Yani başkasından gelse evet der miydik bilmiyorum. Ufuk başından beri bu kampanya için emek harcadı ve biz de hiç düşünmeden evet dedik.

Ali Ufuk Arikan: Benim açımdan ihtiyaç duyma meselesi şöyle gelişti, hikayeyi önceden beri takip ediyordum zaten. Biraz kafamda şu vardı: “Bu 32 yıl nasıl geçti?” ya da “Tahir Canan’ın önceki hayatı nasıldı?” Bunu dinlemek, öğrenmek istiyordum. Bu isteğimi ilk İlhan Ağabey’e açtım, buluştuk, konuştuk ve tamam dediler. Kafamda çok fazla merak vardı. Ben de aslında çokça şeyi yazarken öğrenmiş oldum.

Ufuk sizin öykünüzü “Boyun eğmeyen insanlığın öyküsünden bir yaprak” olarak tanımlamış ve kitaba yazdığı önsözü Gezi Direnişi’nde yitirdiklerimizi anarak noktalamış. Bir anlamıyla sizin mücadeleniz ile günümüzde, yakın dönemde yaşadığımız mücadele arasında bir bağ kurmuş diyebiliriz.
Tahir Canan: Evet. O dönemle bugün arasında bir bağ var zaten. Bugüne baktığımızda, “12 Eylül olmasa AKP olur muydu?” sorusunu sormak lazım. Aslında 12 Eylül AKP’yi yaratan süreçtir, toplumu dinle buluşturarak rahat yönetmek arzusu iki dönemde de benzerlik gösteriyor. Mesela bugün Ortadoğu’da süren savaşta AKP olmasaydı bu kesimler iktidar olur muydu? AKP, hem emperyalistler açısından hem de ülkedeki gericilik açısından önemli bir faktör. Bizim yaşadığımız süreç liberal bir ekonominin uygulanma süreciydi ve o süreçte bir sürü olay yaşandı. Kendileri cinayet işlediler, o cinayetleri topluma mal ettiler, katliamlar yaptılar. Maraş, Çorum, Sivas, Taksim 1 Mayıs... Bugün 12 Eylül’ü hazırlayanların bu katliamların sorumlusu olduğu netleşti. Buradan baktığımızda görüyoruz, AKP iktidarı söylediği gibi demokrasiyi temsil etmiyor, tam tersine gericiliği temsil ediyor. Muhafazakâr olan bir toplumdan ileri demokrasi çıkmaz, ikisi birbirinin zıttıdır.

Siz içeri girerken de ülkede bir kaynama var, darbe öncesi... İçerden çıktınız hemen ardından Haziran Direnişi patlak verdi. Bu ikisi arasında siz nasıl bağ kurdunuz?
Tahir Canan: Valla orada (Haziran Direnişi’nde) benim bir suçum yok. Aslında bu durum ülkede bir değişiklik olmadığını gösteriyor bana kalırsa. Darbe yapılsa da insanlar ezilse de bugün gelinen noktada hâlâ o toplumsal çelişkiler devam ediyor. Ve bu çelişkiler insan yaşamını daralttıkça toplumun tepkileri de artıyor tabi. Bugün yaşanan daha kozmopolit, daha kendinden bir hareket. O dönemlerde yaşananlar daha örgütlü. Ama olaylar özünde aynı, egemenler ve ezilenler arasında.

Kitapta günümüzde sıkça yapılan bir şey yapılmamış, iyi ki de yapılmamış. Siz kahramanlaştırılmamışsınız. Ve aslında kitap acıtmaktan, üzmekten öte bir şey yapıyor anlatıyor. Şöyle bir duruyorsunuz ve “evet anladım, bunlar gerçek” diyorsunuz.
Tahir Canan: Tabi şimdi günümüze de baktığımızda her gün yığınla insan o şeyleri yaşıyor. Çöpten beslenen insanlar, sabah erkenden işine gidip, akşam yorgun argın dönüp de ertesi sabah tekrar erkenden kalkıp gitmek zorunda olan insanlar, fabrikada kolunu kaptıranlar, tersanede çalışırken ölen işçiler... Tüm bunları bir araya getirdiğinde hayat böyle, aslında çok sıradan. Kahraman yok aslında. Kahraman yaratmak sadece bazı egoları tatmin etmek içindir. Yoksa bir işçi için yaşamın kendisi zaten bir kahramanlıktır. Aldığı asgari ücretle yaşayabiliyorsa, en büyük kahraman odur zaten.

Kitabın kimi kısımlarında şiir ile bağ kurulmuş. Ben de kitabı okurken aklıma hep Ataol Behramoğlu’nun “Yaşamak görevdir yangın yerinde, yaşamak insan kalarak” dizeleri geldi.
Tahir Canan: Evet zaten en önemlisi de o. Yani ne yaşarsan yaşa insanlığını kaybetmemek. İçerde kimi zaman insanlığı mumla arıyorsunuz.

Bu noktada kitapta vurgu yapılan ve sizin süreç boyunca tanıklık ettiğiniz dönüşümleri de konuşabiliriz belki biraz. Örneğin faşistlerden kurtardığınız çocuğun yıllar sonra gardiyan olarak karşınıza çıkması ya da birlikte mücadele ettikleriniz size sırt çevirirken bir teyzenin size kapısını açması
Tahir Canan: Toplumda saf Anadolu insanı, yüreğiyle inanan insan dediğimiz insanlar vardır. Söylediğin yaşlı kadın öyle biri. Öbürleri ise hesaplı insanlardı. Yani devrimci mücadeleye hesaplı yaklaşıp oradan çıkar elde etmek, zor gelirse de dönerim noktasında olanlar. Ama teyzenin öyle bir derdi yok ki, devrimcilere inanmış, açmış yüreğini. Darbe olduğunda bu kırılmaları daha net görüyorsun. Darbe gelince “bizim insanlarımız” dediklerimiz bir baktık ki dağılmışlar. Bu durum örgütlerin de altının kof olduğunu ortaya çıkarıyor, sadece mücadeleden dönenlerin hain olduğunu değil. Bugün Türkiye’de işçilerin %2,5’i örgütlü. Demek ki biz o günden bugüne kadar örgütleri sıkılaştıramamışız. O kadar sene içerde kalmamızın sebebi de bu. Eğer toplumsal muhalefet olsa o zaman bu içerde tutmalar zorlaşır. Sınıf hareketindeki örgütsüzlük biz devrimcileri de örgütsüz hale getiriyor.

Kitabın pek çok yerinde cezaevinde sürdürdüğünüz mücadelelere dair bölümlere rastlamak mümkün. Sanıyorum sizi cezaevinde ayakta tutan şeylerin en önemlisi orayı da bir mücadele alanı olarak tanımlamanız ve kafanızda “dış dünya” ile cezaevi arasında bir sanal sınır oluşturmamanız olmuş.
Tahir Canan: Dışarıda tabi hareket alanın daha geniş, içerde daha dar alandasın, mücadele alanın da ona göre şekilleniyor. Ama nereye gidersen git hayatın kendisi bir mücadele alanıdır. Nerede duruyorsan, sınıf mücadelesine nereden bakıyorsan, sen oradasındır. Bakış açını kaybettiğin anda diğerlerinden farkın kalmaz. Mesele insanın kendini mücadele ile ne kadar özdeşleştirdiği ve ya özdeşleştiremediği noktasıdır. Eğer özdeşleştiysen mücadelenle senin için sadece alan değişmiş oluyor. Oradayken fabrikalara gidiyordun, burada da devletin resmi adamları ile uğraşıyorsun. Gazeteni vermiyorlar, kitabını vermiyorlar, yaşam alanını daraltmaya çalışıyorlar, sen de oradan bakıyorsun, onun mücadelesini veriyorsun.

Hatırlarsınız yakın zamanda Barış Atay göz altına alındı ve çıktıktan sonra fazlaca yankı bulan bir konuşma yaptı. Doğrudan medya patronlarını hedef aldı diyebiliriz. Sizin başlattığınız özgürlük kampanyasının da bir ayağını medya oluşturuyordu aslında. Ve bu kampanya ilk denemeniz de değildi. Hatta daha önceki denemelerden dolayı umutsuz bakıyordunuz, bir şey çıkmaz bu işten, diye. Peki ne oldu da medyanın böyle olduğu bir ortamda, son denemenizde bu haber ilgi çekti?
İlhan Canan: Barış Atay’ın tepki gösterdiği mecra belli, hedefi ve söyledikleri son derece doğru. Burjuva medya içinde de vicdan sahibi insanlar var, bir şeyler yapmaya uğraşıyorlar ama işleri çok zor. Biz, kampanyamızın gidişatında da bu insanların vicdanlarına seslendiğimiz için yer bulduk. Ama bizim son denememizin başarılı olmasının en önemli nedeni yaşadığımız süreç. Çünkü birileri çıktı ve 12 Eylül’le hesaplaşıyoruz, darbecileri yargılıyoruz dedi. Ben bu cümleleri duyduğum anda “Bir dakika dedim, nasıl hesaplaşıyor?” Yani medyada hesaplaşma diyor, bir süreç anlatıyorsunuz ama işte 12 Eylül hukuksuzluğu ile yargılanan biri var burada, babam. Tabi basında bu olaya yaklaşım biçimleri de farklı farklı oldu. Genel anlamda basın birilerinin ciddi anlamda boyunduruğu altında, artık düşüncelerinizle değil kılık kıyafetinizle, dekoltenizle işten atılıyorsunuz ama bunun da patlaması yakındır. Bu birilerinin yanına kalmaz.

Aslında kitapta sadece Tahir Canan’ın hayatı yok. Onun hayatı, çocuklarının hayatı, mahallede onunla yolu kesişen birinin hayatı, pek çok hayat var
Ali Ufuk Arıkan: Tahir Ağabey’de bir tedirginlik vardı aslında, hikayeyi ben yaşadım ama sadece ben anlatmayayım diyordu, başkaları da anlatsın istedi en başından beri. Biz de birçok gözden dinledik, hepsi anlattı. Birçok şey dinledik ve bunların hepsi bu kitabı çıkarttı ortaya. Benim için en büyük geri dönüş İlhan Ağabey’di aslında. Ben yazdıklarımı ona da gönderiyordum ve bir gün bana “Ben de babamı tanıyorum sayende” dedi. Yaşanamayan, bir arada geçiremedikleri bir sürü anı ve hikaye var sonuçta.

İlhan Canan: Ufuk’un söylediği ayrıntı önemli. Aslında babamla birçok şeyi benden önce paylaşmış oldu Ufuk. Ben yazdıklarını okumaya başlayınca babamı tanımaya başladım.

Kitapta yine bir hücre cezası sırasında yanınızdaki arkadaşınızın yaptıklarına gülümseyişiniz ve sonra gülebilmenize şaşırmanızın anlatıldığı bir kısım vardı. “Uzun süre sonra tebessüm edebildiğinin farkına vardı. Bu iyi bir şeydi. En azından hâlâ yaşıyordu.” diye aktarmış Ufuk. Bu sohbete başlarken de gülerek başladınız, hayat ve gülüşlerimiz devam ediyor ve edecek elbet. Klasik bir soru olacak ama siz bundan sonrasında ne yapacaksınız? Bir kitapevi kurgusu var sanıyorum. 20 Aralık’ta da bu kitapevi için bir dayanışma gecesi olacak.
Tahir Canan: E tabi hayat devam ediyor. Çalışacağız, yine vatandaşlarımızla buluşup dertlerini dinleyeceğiz. Yani kitapevi orada sadece kitapevi olmayacak, aydınlanmanın aracı olarak çalışacak, hedefimiz o. Aslında benim kafamda bir işçi evi projesi vardı ve bunu pek çok kişiye de anlatmıştım. Bir işçi evi belki şimdi olmaz ama bir kitapevi açabiliriz dediler ve çıktık yola.
İlhan Canan: 32 yıl sonra gelen özgürlükten kaynaklı, ismi Özgürlük Kitapevi. Kalın çizgisi muhafazakarlığı içeri almamak. Belki riskli bir şey yapıyoruz muhafazakarlığın bu kadar arttığı bir dönemde, ama 32 yıl bedel ödeyen bir insanın ne kadar riski göğüslediği ortada zaten.