Türkiye'de hemen her evde bir göç acısı var hemen her evde bir kimlik sancısı var. Saklanan, gizlenen, korkulan bir aile geçmişi var. Bütün bunlar, üzerine örtülen "Türklük" ve "Müslümanlık" şalının altında saklanmaya, gizlenmeye, inkâr edilmeye çalışılıyor. Herkes birbirini örtülü kimlikleri deşifre ederek alt etmeye uğraşıyor.
Abdullah Gül'ün annesiyle ilgili ortaya atılan iddia da bunlardan biri. "Adeviye" adı, hayatta kalmak için İslâmiyeti seçmek zorunda kalan Ermeni ailelerin kız çocukları arasında yaygın olarak kullanılıyor. Dönmeyenler, dönenleri, başka şeyler yanında bir de seçtikleri isimlerden tanıyor. Yani muhtemelen kendisi de bir Sabetayist olan Canan Arıtman'dan çok önce, Ermeniler, cumhurbaşkanının annesinin adını öğrenince gerçeği de görmüşlerdi. (Bir Ermeni arkadaşım, kendi akrabalarından ata topraklarında kalmak için din değiştirenler olduğunu ve bunlar arasında bulunan kadınların bir kısmının bu ismi taşıdıklarını söylüyor.)
Bunda, yani Abdullah Gül'ün annesinin Ermeni olmasında elbette hiçbir sorun yok. Sorun, sırf bundan dolayı, yani Ermeni ve Hıristiyan kökenli olmasına rağmen Türk ve Müslüman görünen bir anne tarafından doğurulmuş olması nedeniyle, kendi niyetleri ve tercihleri bir yana, dincilik ve Türkçülük yapmaya mahkûm olmasıdır.
Abdullah Gül, Ermeni sorunuyla ilgili geleneksel devlet politikasının azıcık dışına çıkmaya kalktığında annesinin Ermeniliği anında hatırlatılmış ve karşısına çıkarılmıştır. Kuşkusuz, "cumhurbaşkanı" bile olabilen bir evlâdın annesini savunamayacak kadar acz içinde olması ve yalanlara sığınması trajiktir.
Canan Arıtman mı? Politik hasmını eleştirmek için arkasında büyük trajediler olan bir gerçeği böylesine hoyratlıkla ortaya saçmaya ihtiyaç duyan biri politik olarak ancak bir zavallıdır.
İnsanları insanlığından çıkaran bu politikanın temelleri çok eski.
Ama o kadar uzağa gitmeden sadece yakın geçmişteki bazı Kürt kökenli bürokrat ve politikacılara bakmak bile yeterli. Meselâ Abdülkadir Aksu, Kamran İnan, Hikmet Çetin gibi isimler, Kürtlüklerini inkâr temelinde devlet bürokrasisinde yükseldikleri için Kürt halkına yönelik suçlara, diğerlerinden daha fazla ortak olmuşlardı. Dersim katliamından sağ kurtulan bir kadının oğlu olan İsmet Sezgin'in İçişleri Bakanlığı döneminde, bölgede kontrgerilla cinayetleri almış başını yürümüş, Özgür Gündem gazetesinin muhabirleri sokak ortalarında enselerinden kurşunlanarak öldürülmüştü&hellip
Oysa yalana, inkâra ne gerek var? Herkes hiçbir baskı altında kalmadan, aşağılanma, horlanma, dışlanma, cezalandırılma, öldürülme kaygısı taşımadan kimliğine sahip çıkabilse, hiçbir kimlik diğerinden üstün veya aşağı görülmese, insanlar da bunlardan kaynaklanan maddî-manevî sorunlar yerine, insanlığı yüceltmekle uğraşsa daha doğru ve iyi olmaz mı?
Ama bunu gerçekleştirmek hiç de kolay değil. Bir yandan kafatasçılık, ırkçılık, diğer yandan geçmiş katliamların korkusunun yol açtığı gizlenme ihtiyacı ve inkâr hâlâ insanları teslim almaya devam ediyor. Ve son örnekte de görüldüğü gibi, bu durum politik hayatta da önemli bir rol oynuyor.
Elbette bunları derken sınıf farkını unutmuyoruz. Ama salt sınıf çıkarlarının bir sınıfın tüm bireylerini biraraya getirmeye, birarada tutmaya yetmediğini de görüyoruz.
İnsanlığın insanlığına, onuruna, kimliğine sahip çıkabilmesi, onları koruyabilmesi için belki de her zamankinden daha fazla sola ihtiyaç var.
Yasemin Gedik