Soykırım curcunası

Fransa’da yayınlanacak bir kitap (*) için 2005 yılında Hrant Dink ile Agos dergisindeki odasında saatler süren bir sohbet-söyleşi gerçekleştirmiştik. “Solduyusu” ve yurttaşlık bilinci günümüzün nice sol maskeli liberalini cebinden çıkartacak düzeydeki bu güzel insan “Soykırım” sözcüğü etrafında nasıl bir kavram kargaşası yaratıldığı ve sözcüğün insanları, toplumları, halkları birbirine düşürmek için kullanıldığının altını çizmişti. Başta Fransa olmak üzere öncelikle Batılı emperyalist güçlerin tarihte oynadıkları olumsuz rolleri ve kendi sorumluluklarını tanımadan bu tarz sorunların asla çözülemeyeceğini savunmuştu. Ayrıca 1915 olaylarının esas olarak Türkiye’yi ilgilendirdiğini ve sorunu kendi içimizde çözmek zorunda olduğumuzu söylemişti. Hrant gibi diyalog yanlısı, siyasi bilinç ve eleştirelliğin yanı sıra yapıcılığı hiç yitirmeyen bir insanı kasıtlı olarak korumayan günümüzün benzersiz ikiyüzlülükteki mutlakıyetçi iktidarı şimdi kalkmış Fransa’ya dayılanıyor. Neymiş Fransa özgür tartışma ve araştırma ortamını boğuyormuş. Pişkinliğin bu kadarına pes doğrusu! Kendin Ergenekon, KCK bahaneleriyle yüzlerce insanı yargılamaksızın gözaltına al, senelerce hapiste yatır, en basit demokratik haklarını kullanan gençleri, öğrencileri sopala, tutukla, işine gelmeyen muhalefete her türlü baskıyı uygula, ondan sonra kalk “Soykırım curcunası”ndan istifade başımıza demokrasi havarisi kesil! Yemezler hocaefendi çömezleri! El elden, akıl akıldan üstündür! Karşınızda ikiyüzlülüğün atası Fransa ile onun çağdaş ustası Nicolas Sarkozy var. Hele hele adam can havliyle iktidar kavgası yapıyorsa! Nasıl yapmasın? 2011’de İsviçre’ye sığınan Fransız sermaye akınında 1981’den beri görülmemiş bir hızlanma varmış. En zenginlerin çetelesini tutan “Bilan” dergisi İsviçre’de yaşayan en zengin 300 kişi arasındaki Fransız sayısının 44’e çıktığını duyurmuş. Tüyün tuzu kurular tüyün, 30 yıl sonra ufukta yine sol (korkuluk bile olsa) belirdi!

Soyu sopu kırılasıca düşünceler!
Soyu kırılması gereken “düşünce” olabilir mi? Kuşkusuz olamaz. Daha doğrusu olmaması gerekir, değil mi? Hâlbuki insanlık tarihi, hatta günümüz dünyası yok edilmesi, kökü kurutulması gereken düşünceler barındırıyor. Bunların başında her türlü “öteki”ni dışlayan kendi görüşü, anlayışı, inancına uymayanı aşağılayan, koşul ve ortamını yaratabilirse yok etme dâhil “kırmayı” amaçlayan düşünceler gelmekte. Günümüzün en “modern” gelişkin ve “kanlı” saldırgan düşünceleri genellikle milliyetçi ideolojilerle dogmatik dini yorumlardan beslenmekte. Hayvanat bahçeleriyle müzelerde hava geçirmez, kırılmaz cam kutularda “örnek” diye sergilenmesi gereken bu “soyu sopu kırılasıca düşünceler” Sarkozy gibi ılımlı “Katolik”, Erdoğan gibi ılımlı “Müslüman” liderlerin, sınıfsal dürtüleri ve evrensel destekleri, bir başka deyişle “gerici kışkırtmaları” sayesinde dipdiri aramızda dolaşıp yarınlara olan güvenimizi yoklamakta. Bush ve çevresinin Irak’ta yaptığının bir değişik türünü Sarkozy ve çevresi Türkiye’ye yönelik denemede. Bush Irak’a ne denli kanlı zemzem suyunda yıkanmış bir “demokrasi” ikram ettiyse, Sarkozy de Türkiye’ye o denli üstünkörü kesimli bir “soykırım” elbisesi giydirmekte.

Sarkozy ve sadık yandaşları 22 Aralık’ta Fransız Millet Meclisi’nden geçirdikleri “Soykırım İnkârcılarına Ceza Yasası” tasarısıyla Türkiye’deki “Batı ve Hrıstiyan” kompleksini fitillerken, Fransa’daki “Doğu ve Müslüman” öcüsünü de bin beter hortlatmış oluyor. Böylelikle bir taşla çok ‘kuşbeyinli’ avladığına inanan ‘hiperzeki’ avcı Sarkozy gerçekten de bir anlamda başarılıdır. Libya’da İnsan Hakları savaşının başkomutanlığına soyunan kıdemli başkomiser, Türkiye’yi aynı enlem-boylamda kıstırdığını çığırıp Fransa’yı Avrupa’nın ve hatta evrenin ön planına çıkarttığını sanıyor. Böylelikle bir yanda Türkiye’nin despot ve gaddar Asyalı Müslümanlığını işaretleyip Avrupa’da yerinin olmadığını kanıtlamış oluyor. Öte yanda da kendi partisi içerisinde kurulan Halkçı Sağ çevre aracılığıyla aşırı sağcı ve milliyetçi Milli Cephe partisinin olası seçmenlerinin azamisini kafa kola alabilmek için türlü operasyonlar düzenliyor.

Halkçı sağcı insan hakçı Valérie
Türlü operasyonlardan birinin bugünkü yıldızı, Sarkozy’nin sadık bendeleri, Halkçı Sağcıların vitrin güzellerinden Fransız Millet Meclisi Fransa-Ermenistan Dostluk Grubu Başkan Yardımcısı ve iktidar partisi UMP Marsilya milletvekili Valérie Boyer. 1962 doğumlu Valérie’nin babası ve annesinin Cezayir ve Tunus doğumlu olduğunu öğrenen Türk basını bir kez daha asgari araştırmaya gerek görmeden, “Yuh sana kız, anana babana ihanet ediyorsun!” havalarına girdi. Şu ayrıntıyı gözden kaçırmış bizimkiler. Valérie Boyer’nin annesi babası Kuzey Afrika’daki sömürgeci Fransız eşrafının Katolik kalıntılarından. Bağırlarında çoğu zaman sıkı gericileri barındıran 1950’lerin sonu, 60’ların başında Kuzey Afrika sömürgelerinden dönmek zorunda kalanlar kraldan fazla kralcı kesilenler oluyordu. Aralarından Cezayir’e özgürlük tanıdı diye General De Gaulle’e karşı suikast düzenleyecek kadar ileri gidenler çıkmıştı. Fakat 3 çocuğuyla eşinden ayrılan Boyer’in hakkını da yememek gerek. Zira sağlık konusunda hazırladığı başarılı yasa tasarılarıyla tanınan Madam Boyer’in seçmen tabanının bir özelliği de Fransa’nın en yoğun Ermeni kökenli vatandaşının yaşadığı Marsilya’da faaliyet göstermesi. 2007’de 70 yıldır sola ait bir seçim bölgesini ele geçiren mücadeleci kadın vekilin 6 ay sonra yapılacak genel seçimlerde koltuğunu sağlama bağlayabilmesi epeyce Marsilyalı Ermeni kökenli dostlarını gözetmesine bağlı.

Aix-en-Provence Siyasal Bilgiler Enstitüsü Kamu Hizmetleri mezunu ve Sosyal Güvenlik uzmanı Valérie Boyer daha önceleri kadın sağlığı ve üretkenliği için, genç kızlar arasındaki zayıflık modasına karşı verdiği mücadelelerle tanınmıştı. Genellikle sol kesimin tekelinde olan İnsan Hakları daha da özelde solun öncülüğünde, 2001’de çıkarılan “Ermeni Soykırımı”nı tanıyan yasanın işlevini güçlendirecek “Soykırımın inkârını cezalandırma yasası”nı kimin yeniden gündeme getireceği söz konusu olunca sağ sol arasında bir açık arttırmadır başlamıştı.

Sarkozy 2007 seçim propagandalarında verdiği sözlerden çoğunu tutamamıştı. Seçim vadeleri yaklaşınca ve de Sarkozy’nin gidişatının vahameti anlaşılınca son barutlara davranıldı, her yöne bir saldırmadır başladı. Başkanın 6 Ekim’de Ermenistan’ı ziyaretinin ardından 18 Ekim’de Cezalandırma Yasası komisyonu sözcüsü sıfatıyla Boyer tasarıyı Meclise getirdi. Meclis’te Sarkozy’nin özel ısrarıyla yılın en son oturumu kapanmadan tasarı gündeme kaydedildi. Bir dizi akil sağcı adam, örneğin Dışişleri Bakanı Alain Juppé, eski Dışişleri bakanlarından Hervé de Charette, Meclis başkanı Bernard Accoyer, eski Senato başkanı Gérard Larcher’nin muhalefetlerine rağmen 22 Aralık günü 557 üzerinden 51 milletvekilinin katıldığı sabah oturumunda 38’e karşı 7 ve 6 çekimserle yasa tasarısı geçti. Şimdi iş Senato’nun onayı ve Cumhurbaşkanın imzasına kaldı. Şubat ayında yeni seçim dönemine girileceği için Senato’da çoğunluğa sahip sol ve sağ kesimin belli bir iç muhalefete rağmen yasama organları tatile girmezden önce yasayı geçireceğinden pek kimsenin kuşkusu yok. Mucize olabilir mi?

Soykırımın Kapsamı
İkinci Dünya Savaşı’nın büyük kurbanlarından ve Nazi ırkçılığının boy hedefi Yahudi soyunun kırılması olgusu insanlığı bir daha böyle bir yüzkarası yaşanmaması için yeni tanımlar ve önlemler almağa itmişti.

Genocide/Soykırım” tanımı 1941’de ABD’ye yerleşen Yahudi kökenli Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin’in (1900-1959) çalışmalarından hareketle kabul edilmiş bir kavram, tanım. Bu tanım tarihsel bağlam, toplumsal ve siyasi ortam, üzerinde çalışanların eğilimlerine göre farklılıklar gösterse de, 1948’de BM tarafından olabildiğince nesnel bir biçimde tanımlanmış ve bir sözleşmeye bağlanmıştı. “Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”ndeki hukuksal çerçeveye göre Soykırım, “Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: Grubun üyelerinin öldürülmesi grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi”, şeklinde tanımlanmıştı.

Bu tanımı esas veya çıkış noktası aldığınızda 1915’te Ermeni kökenli Osmanlı tebaasının maruz kaldığı şiddet ve baskı hiç tereddütsüz “Soykırım” kategorisine girmektedir. Merkezi güç olarak İstanbul yönetiminin kendi yüz binlerce suçsuz vatandaşına layık gördüğü bu davranış ne dünya savaşı, isyan, ihanet-arkadan vurma ne tehcir, sürgün, çatışma gibi özür, bahane ve gerekçelerle açıklanabilir, hoş görülebilir. Ne de yaşananların bazı sorumlu ve faillerinin yargılanmış (ve kısa bir süre sonra serbest bırakılmışlardır) olmaları, ne de ölü sayısının 1-1,5 milyon değil de, 500 veya 300 bin olması böylesi bir gerçeğin önemini azaltabilir. Olsa olsa kolayına kaçarak, “Yaşananların vebali Türkiye Cumhuriyeti’ne boynuna değildir” denebilir. Ama o zamanda unutmamak gerekir ki, genç Türkiye Cumhuriyeti yüz binlerce insanın mal ve mülkünü, çok yönlü zenginliklerini bir biçimde zimmetine geçirmiş, paha biçilmez bir kültürel ve entelektüel birikimi çok büyük oranda yok etmiştir. Ayrıca bugünkü Türkiye yönetiminin de Osmanlı’nın şöyle veya mirasını reddetmek gibi bir kaygısı yok. Tam tersine elinden gelse II. Osmanlı İmparatorluğu veya Cumhuriyeti kurmayı tercih edebilir...

Yok, şayet BM’in tanımının “Yahudi Soykırımı”nı (Holokost/Şoah) kapsadığını varsayacak olursak durum tamamen değişir. Çünkü yine şahsi kanımızca Alman Nazizmi’nin Avrupa hatta dünyanın neresinde olursa olsun “Yahudi ırkı”na reva gördüğü pratik ve çizdiği teorik/ideolojik çerçeve asla ve asla “Ermeni Soykırımı” ve Ermeni halkının kabul edilemez acıklı kaderiyle karşılaştırılamaz. Bu konu kuşkusuz bambaşka bir tartışma ve araştırma konusudur. Bizim sınırlı ve iddiasız katkımızın boyutlarını fersah fersah aşar.

Bu aşamada altının çizilmesi gereken bir başka nokta da, BM’in tanımından hareketle 1915 olayları bir “Soykırım” ise insanlığın ve dünya milletler topluluğunun oturup bu tanıma uyan diğer soykırımları belirlemesi gerekir. Yoksa herkesin teslim ettiği “Yahudi Soykırımı’nın dışında Türklerin yaptığı bir de Ermeni Soykırımı vardır”, demek gerçekten Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yapılmış büyük bir haksızlık ve ayrımcılık anlamına gelir. “Ermeni Soykırımı” ne nitelik, ne nicelik, ne de kronolojik açıdan ötekilerin üstünde, altında, öncesinde, sonrasında bir soykırım değildir.

Mayaların, Azteklerin ASALA’ları, ETA’ları, El Fetihleri yoktur ki dertlerini, davalarını, örneğin şiddetle anlatabilsinler. Ancak köklerinin kurutulmasının İspanyollara borçlu (!) olunduğunu bugün herkes teslim ediyor. ABD’nin Kızılderililere, tehcire zorladığı Vietnamlılara, Avustralya’nın Aborijinlere, yani yerlilerine, Fransa’nın kendi halkının bir parçası Vendee köylülerine, Cezayirlilere, yine Nazilere kendi elleriyle ve bile bile teslim ettikleri Yahudilere Belçika, Fransa, İngiltere, Portekiz’in Angola, Kongo, Mozambik, Ruanda’ya Rusya’nın Ukraynalılara, Sırbistan’ın Bosna-Herseklilere, İsveç’in Laponlara, Japonya’nın Çinlilere, Çin’in Uygurlara, Tibetlilere İsrail’in Filistinlilere, çok sayıda merkezi ve egemen gücün, çok sayıda halka, etnik gruba emperyal bütünlük, ulusal çıkarlar, uygarlık ve üstün fizik, kültür adına ve/veya esir/köle ticareti aracılığıyla yaptıkları kanlı baskı, kısmen veya tümüyle yok etme siyaset ve uygulamalarına ne sıfat verileceğine kim, nasıl karar verecektir? Bunların çoğu BM’in “Soykırım” tanımına uyan katliamlar, insanlığa aykırı işlenmiş, toplu veya kısmen ama sistemli uygulanmış cinayetlerdir. Var olan veya yok edilmiş insan topluluklarının sözcüleri, temsilcileri, savunucuları, bağımsız tarihçiler, sosyal ve siyasal bilimciler eşliğinde Uluslararası Araştırma Komisyonları kurulmalı ve hepsinin dökümü yapılmalı, hesabı sorulmalıdır. Tek tanrılı dinler adına, İsa adına, Muhammed adına engizisyonlarda, şeriat mahkemelerinde kullar, tebaalar, insanları yargılamış, onları tek tek veya toplu halde katletmiş olanlardan tamamen keyfi Kutsal kitap yorumlarıyla insanları yargılamaya, işkenceye yatırmaya, öldürmeye devam eden Afgan, Suudi, İran, Pakistan adaletleri mahkûm edilip, hesap sorulmalıdır. Yoksa her bir “Devlet Başı”nı eline geçiren kendine göre bir “Soykırım kapsamı” belirleyip istediğini içine katar.

Aksi takdirde Nicolas Sarkozy diye bir dengesiz çıkıp kendi ilkellik ve cehaletini saklamak, gündelik siyasi açmazını çözebilmek amacıyla kısa vadeli faydacı çıkarları uğruna kendi dışındaki halklara, devletlere yaptırım uygulamaya başlar. Haddi olmayan, çizmeyi aşan saçmalıkların tuzağına düşer. Bu durumda başka dengesiz cüretkârların da çıkıp “Tencere dinin kara, seninki benden kara! Sen Cezayir’de soykırım yaptın, sen Filistin’de soykırım yapmaktasın” diye akılları sıra ulusal amaçlı, uluslararası misyonerliklere rahatlıkla soyunması engellenemez. Üstelik 6 ay sonra iktidar kovulması kuvvetle olası dar kafalı bu siyasi cüceyi bahane ederek Fransa’nın tümünü karalar, Batı ve Avrupa düşmanlığını körükler. Gerçek yüzü ve iç çirkinliğini teşhir eder.

Bu varılan noktada acilen yapılacakların başında uluslararası sözleşmelerin elverdiği bütün hukuki yolların denenmesi gelmelidir. Tarihi bir savı yasaya dönüştürmekle yetinmeyip bundan kuşku duymak, araştırmak hakkını yasal zorbalıkla engellemeye kalkışan Sarkozy’nin Fransası BM’e, AB’ye, Yüce Divanlara, uluslararası yargı mercilerine, akademik platformlara, dünyanın gözünü ayırmadığı siyasi, iktisadi, sosyal birtakım arenalara taşınmalıdır. Tasarı yasallaşsın yasallaşmasın Fransa veya AB, Avrupa karşıya alınmadan Sarkozy ve gerici çevresine karşı mutlaka sivil toplum, sanat, eğitim ve bilim dünyasının içinden saygıdeğer seslerin, şiddete tuzağına düşmeyecek saygılı protesto eylemlerin yükselmesine yardımcı olunmalıdır. Sarkozy’nin saçmalığı ve baltayı nasıl taşa vurduğu doğrudan kendi iktidarının içinden gelen tepkilerden de bellidir. Sarkozy’nin acilen üstüne gidilmesi gereken en zayıf noktası kendi içindedir. Zira Fransa’nın geleceğini Sarkozy’nin ötesinde düşünen sağcılar da vardır.

Güncel çıkarlardan uzak “Soykırım” kavramı üzerine yaptığı bilimsel çalışmalar ve yayınlarıyla tanınan, en saygın uzmanlardan Fransız Bilimsel Araştırmalar Merkezi CNRS-Ceri Araştırma Müdürlerinden Jacques Sémelin ceza yasası 2006’da ilk kez gündeme geldiğinde girişimi “Sahte iyi düşünce” niteliyordu. Yahudi Soykırımını inkârı cezalandıran Gayssot yasasının Fransız toplumsal belleğine ait bir gerçekten kaynaklandığını hatırlatan Sémelin, “Fransa 1942’de Yahudi kökenli vatandaşlarını Nazilere vermişti. Soykırımın bir kısmı Fransa’dan hareketle gerçekleşmişti. Hâlbuki Ermeni Soykırımı Türkiye’de yaşanmıştır. Ermeni sorunu Fransa’nın değil Türkiye’nin sorunudur. Konuyu Türk tarihçileri çözecektir”, sözleriyle sorumlu aydının tavrını çoktan belirlemişti. Sarkozy bugün var, yarın yok. Onun küstahlığı onu ve iktidarını küçültmekle kalacak. Türkiye’nin yöneticileri onun gibi konuşarak, davranarak ancak kendi küçüklüklerini sergilerler. Ama aydınlar! “Sözde Ermeni Soykırımı”nın “Sözde”sini besmele gibi kullanmaktan vazgeçtikleri gün bugünkü yöneticilerine layık olmadıklarını kanıtlamaya başlayacaklardır.
…………………………………………….
(*) GÜRSOY, Defne HÜKÜM, Uğur - “Istanbul: Emergence d’une société civile / İstanbul: Bir Sivil Toplum Doğuşu” (Editions Autrement, Paris – 2006)
……………………………………
Paris – 24 Aralık 2011 / [email protected]