65. Cannes ve siyasal sinema

Ne yerimiz, ne zamanımız, ne de uzmanlığımız Siyasal ya da Angaje/Yanlı Sinema’nın derinlemesine tanım ve yorumlarına uygun değil. Ancak 18 yıldır katıldığımız Cannes Film Festivali’nden (*) ilk kez yazacağımız soL Portal’da da sınırlı da olsa bazı temel, muhtemelen sübjektif bilgileri aktarmadan ve hatırlatmaları yapmadan geçmek istemedik.

Bu türde sinemaya seçilecek başlık veya hangi filmlerin böyle bir kategoriye dâhil edilebileceği gibi tartışmalar neredeyse sinemanın ilk günlerinden beri mevcuttur. Tartışmaların çerçevesi özellikle Sovyetler Birliğinin kurulduğu yıllarda Serguei Eisenstein, Vsevolod Pudovkin, Alexandre Dovjenko ve Dziga Vertov gibi bugünkü sinemanın teorik ve estetik temellerini atmış dev sanatçılar tarafından çizildi. Kuşkusuz yüzyılı aşkın bir sürede yaşananlar o çerçevelerin çok dışına taştı, onları aştı, ama özünü muhafaza etti. Tamamen propaganda veya en basitinden reklam amaçlı yapılan bir film ne denli siyasi sinema tanımına sokulabilirdi? Ya da toplumsal içerikli veya kişinin yakın çevresine, ailesine, okuluna, cemaatine, mahallesine bireysel, psikolojik tepki ve başkaldırısını canlandıran filmler nasıl bu türün dışında tutulabilirdi? Yüzlerce ünlü veya ünsüz sinemacı kendisini bu türde görsün, görmesin birtakım yetkin çevreler onları, filmlerini bu tipte sınıflamalara koysunlar koymasınlar, başkalarının onları Siyasal veya Angaje sinemacı, sanatçı olarak görmesini, izlemesini engelleyemez. Bu iki bakışın karşılaştırmalı ve tartışmalı örneklerini Türkiye’nin dünya çapında en çok tanınan iki büyük yönetmeni, Yılmaz Güney (1937-1984) ve Nuri Bilge Ceylan’da (1959) bile görmek, göstermek olasıdır.


Bütün angaje/yanlı yönetmenler belli bir propaganda ve siyasi ajitasyon amacı içerecek siyasi film yapmak zorunda olmadıkları gibi, siyasi sinema yapan, yapacak yönetmenlere de ille de angaje olacaklar diye bir koşul koymak ne kadar anlamlıdır?

Ken Loach
Genel kanıya göre şu anda dünyada yaşayan en tanınmış angaje yönetmen İngiliz usta sinemacı Ken Loach’tur (1936).

Sanatçı bugün (26 Mayıs) Alin Taşçıyan’ın kendisiyle yaptığı Star gazetesinde yayınlanan söyleşinde işsiz İngiliz gençliğini kastederek “İş istemek devrimdir”, diyebiliyor. Bu ifade yaygın ortamlarda, Avrupa’da, dünyada ilerici siyasi bir tavır olarak algılanıyor. Elbette, “Devrim bu kadar mı ayağa düştü” diyenler dünyaya bakışları, inanç ve ideolojileri açısından kendilerince haklı olabilirler, ama eserleriyle dünyada bağnazlığa, haksızlığa ve eşitsizliğe isyan düşünce ve duygusunu yayan sinemacıların başında gelen Loach’un siyasi etki ve gücünü maalesef asla yeterince kestiremeyecek, değerlendiremeyecektirler. Loach filmlerinde hiçbir siyasi partinin, sendika veya sivil toplum kuruluşunun propaganda ya da yandaşlığını yapmaz. Ders vermeğe bile kalkışmaz. Alçakgönüllü bir tavırla, ancak fevkalade usta, bazen dâhiyane bir yaratıcılıkla insanları etraflarına bakmaya, uyanmaya, soru sormaya davet eden eserler üretir. Seyircisini olsa olsa toplumsal eleştirel davranışın, hak talep etmenin yeri, birlikte/kolektif davranmanın gücünü kavramaya iter. Çağından sorumlu, insanlığa bağımlı sosyal adalet için mücadelenin nasıl her an, her gün canlı tutulması zorunlu bir bilinç ve davranış gerektirdiğini gösterir. Bunları tepeden bakan, ders veren, döven, paylayan, azarlayan bir yaklaşımla değil uyaran, duyuran bir hassasiyetle anlatır. Değerlendirmesi senden özgürlüğüne, hakkına sahip çık arkadaş, der.

Cannes Pazarı ve Beyni, Gönlü, Atar Damarı Şenlik

Cannes Pazarı, sinemanın kan ve can pazarıdır. Binlerce film burada kotarılır, pazarlanır, satılır ve gösterilir. Dev bir çarkın döndüğü gaddar, bencil bir sanayi ve ticaret buluşmasıdır. En güzel mallar, en para getirici sinema metaları burada el değiştirir, alıcı, satıcı, dağıtıcı bulur. Pazar çerçevesinde mevcut 50 civarında özel salonda 4000 civarında film görücüye çıkar. Ama gerçek Şenlik, Cannes Film Festivali ise başka bir dünyadır. Bizim bildiğimiz, tanıdığımız 7. Sanatın yaratıcı, ilerletici, ufuk açıcı, yeni Loach’ları döllendiren rahmi farklı bir ortamdır. Örneğin bu yıl, yalnızca iki ana yarışma dalına katılmak isteğiyle 80 ülkeden 1779 film resmen ilk elemeyi geçmek üzere kabul edilmişmiş. Bunlardan sadece 22’si yarışmalı Resmi Seçmelere, 20’si de Belirli Bir Bakış (BBB) bölümüne kabul edilmiş. 19 film de yarışma dışı olarak özel başlıklar altında gösterildi. Resmi bölümde ayrıca yarının sanatçılarını destekleyen Cinéfondation, Kısa Metrajlı Filmler, Atölyeler, Klasikler gibi faaliyetler vardır. Ayrıca festivalde 1968 rüzgârının etkisiyle kurulmuş Yönetmenlerin Onbeş Günü, Eleştirmenlerin Haftası, (Bağımsız Sinemacılar) ACID gibi paralel alternatif seçkiler, şenlikler de yer alır. 100 civarındaki seçkilerin içinde yer alan tüm siyasi veya angaje/yanlı nitelikteki filmlerin tümünü bu cümbüş içerisinde yakalamamız pek kolay değil.
65. Cannes Film Festivalinden siyasi nitelikli seçkileri Altyazı dergisinin internet sitesinde tuttuğumuz günlükten derledik. Umarız okurlarımız hoşgörüyle karşılar:

Nasrallah’ın Tahrir’i
Arap Baharı’ndan cennet bahçesi bekleyenler düş kırıklığına uğrarken, çöl sıcaklı Arap yazları kimilerine mahşer oldu. Kimilerine de doğal olarak esin kaynağı… Hele hele sanatçılara. 1952 Kahire doğumlu ekonomi, politika ve sinema okumuş olan Yousry Nasrallah Cannes Film Festivali’nin ruhuna çok uygun bir film hazırlamış. İçinde yaşadığımız dünyaya, yakın çevremize tanıklık ediliyor. Daha dün yemek yerken televizyonda izlediğimiz haberlerin âlemine hoş ve başarılı bir yolculuk yapıyoruz. Nasrallah uzun süre Mısır sinemasının dünyaca tanınmış yönetmeni Yusuf Şahin’in asistanı, senaryo yazarı, hatta ortak yönetmen olarak çalışmış.

Baad El Mawkeaa/After the Battle Yousry Nasrallah’ın 24 senede çektiği biri belgesel 8. uzun metrajlı eseri. Filmin başı çok daha kurgulama ve bizim gibi dışarıdan bakanlara ülke gerçeğinden kopuk gibi gözüken bir izlenimle giriyor. Büyük bir ihtimalle yanılıyoruz. Kısa sürede kendimizi seçkin bir toplumsal katmanın tipik denebilecek feminist-aykırı reklamcı genç kadın Rim (Mena Shalaby) ile, Kahireli en alt kademeden, at terbiyecisi-kiralayıcısı işsiz Mahmut (Bassem Samra) arasında buluyoruz. Geri planda çok belirgin olarak yakın tarih, Tahrir meydanının asileri, olayları vardır. Mısır Baharı öncelikle turizmi vurmuş, Mahmut binlerce Mısırlı meslektaşı gibi ortada kalmıştır. Üstelik her dönemin karanlık ağababalarından Hacı Abdullah ve arkasındaki güçler onları kullanmış, Tahrir Meydanı kahramanlarının üstüne, aralarında Mahmut’un da olduğu at ve deve sürücülerini saldırtmıştır. Mahmut’un büyük talihsizliği atının yuvarlanması üzerine Tahrircilerin eline geçerek kimliğinin ortaya çıkmasında yatmaktadır. O artık damgalanmış, yaralanmış bir adamdır. Bu damga ilkokuldaki çocuklarını bile vurmaktadır. Anti-hero/Aykırı kahraman Mahmut ile ona en başta merhametle karışık cinsel bir yakınlık duyan Rim arasındaki ilişki giderek artan ustalıkta bir senaryoyla günümüz Kahire ve Mısır toplumundan başarılı bir kesite dönüşüyor. Gerçeğin karanlıkta kalan yüzünü giriftliğiyle yansıtmayı hedefleyen Kıpti kökenli Nasrallah güzel bir açı yakalamış. Film gibi başta oyuncuları da inandırıcı bulamamıştım, ancak sonlara doğru özellikle Bassem Samra çok etkileyici bir kıvama vardı. Mısır klasiklerinin aksine hiç bayağı duygu sömürüsüne girmeyen yönetmen Tahrir meydanının ünlü sloganı “Ekmek, Özgürlük, Onur” üçlemesine uygun yalın ve gerçekçi bir eser yaratmış. Filmi zaman zaman Tahrir Meydanındaki olayların içine monte ederek yarı belgesel bir hava da katmış. Hiç rahatsız olmadık. Filme kusur bulmak isteyenlere malzeme dolu olabilir. Topu topu bir yıl önce yaşanmış, hatta yaşanmağa devam eden olaylar ve sürece ışık tutan bir film. Jüri üyesi olsam bir biçimde bu filmi ve benzerini yapmak isteyenleri teşvik ederim.

Müll im Garten Eden/Cennet Bahçesinde Çöplük
Müll im Garten Eden/Cennet Bahçesinde Çöplük Trabzon’un Çamburnu beldesi. Almanya kadar Türkiye’nin medarı iftiharı genç sinemacı Fatih Akın’ın (1973) son belgeseli 2007-2012 arası dedesinin köyünde çekilmiş. Resmi makamların Çamburnu’nda 2005-2006 yıllarında tasarladıkları dev bölgesel çöplük yöre halkının tepkisine rağmen biraz uyutma, biraz tehditle yürürlüğe sokuluyor. Muhtarın AKP’li olması ve en azından kamera önünde kullandığı haklı ve doğru söylemi, halkın bir kısmının protestoları tipik sorumsuz ve keyfi bir kararın uygulanmasını hiç bir biçimde engelleyemiyor. Koku, pislik, patlama, yakın çevre doğası ve tarımına zarar aslında filmin biraz da dolaylı gösterdiği veya gösteremediği gibi karara karşı seferberliğin çok yetersiz kalmasında yatıyor. Konser ve gösteri sahneleri veya müzikle doldurulmağa çalışılan 98 dakika biraz uzun ve gereksiz geliyor. Akın’ın süreci biraz uzaktan izlemesi, hatta olayın dışında kalışı kendini hissettiriyor. Yine de Türkiye’de bu tarz yaşanan, muhtemelen yüzlerce suiistimal olayı, dosyasından bir tanesine olsun gösterilen asgari bir tepkinin Cannes’a taşınmış olması olumlu bir eylem. Filmin yeterince vurucu olmaması izleyeni epeyce düş kırıklığına uğratsa da ortada bir “Belge” kalmış oluyor. Bu da tesellimiz.

Zeitlin’in Vahşi Güneyin Hayvanları
Amerikalı Benh Zeitlin tam 30 yaşında genç, çok heyecanlı, insanı şaşkına çeviren bir çalışmaya imza atmış. Bildiğimiz tek kısa metrajlı filminden sonra BBB’de izlediğimiz Beasts of the Southern Wild/ Güney Vahşetinin Hayvanları’nı çekmiş. Festivalin birinci ciddi şoku diyebiliriz. Tabii ki duygumuzun derecesini paylaşmayanlar mevcut, hatta orta şeker bulanlar bile var. Ancak çoğunluğun sıcağı sıcağına ilk değerlendirmesi bize bir hayli yakın. . İlk eser demeye bin tanık ister. Bir ilk film nasıl olur da bu denli olgun, güçlü ve çarpıcı çıkabilir? Bu görüşte başoyuncu çocuğun payının çok yüksek olduğunu itiraf edelim. 6 yaşındaki Quvenzhané Wallis (Hushpoppy) bu rol için başka bir gezegenden mi transfer edilmiştir benzersiz bir beceriyle özel tasarlanmış, bilgisayarlardan çıkma sanal bir robot mudur, yoksa olağanüstü başarılı, yetenekli bir ufaklı mı? Kim bulmuştur bu çocuğu, kimin çocuğudur bu? Bu nasıl bir üstün zekâ, dehâdır? Her durumda çevreci, hümanist, isyancı bir film, çağdaş görsel senfonik bir şiir izledik.

Mississippi deltasında yaşayan marjinal, sıra dışı bir topluluğun Wink (Dwight Henry), oğlu Hushpoppy ve komşuları “Bayou” kültürünün (Afro-Amerikan ve Karayip-Haiti-Fransız alaşımı) tipik örnekleridir. Yönetmen elinde (çoğu zaman) seyyar bir kamera masal ve destanların büyü, metafor ve anaforların içiçe geçtiği bir dünya görüşü, özgünlük ve özgürlüğüne çılgınca bağlı bir cemaatin (!) yaşamına tanıklık ediyor. Gittikçe çoğalan doğal felaketler görünüşte bu topluluğu hemen diplerindeki uygarlıktan daha kırılgan kılmaktadır. Ama doğayla uyumları onlara adeta bir ayrıcalık, apayrı bir dokunulmazlık kazandırmaktadır. Resmi makamların tüm uyarılarına karşın yaklaşan eşsiz doğal afetle kendi başlarına mücadele etmeye karar verirler. Ne Wink’in öldürücü hastalığı, ne beyaz dostlarının yaşlılığı topluluğu ürkütmemektedir. Kirlendiğini, zehirlendiğini, sabote edildiğini gün be gün izledikleri, timsahlarla rom şişeleri arasındaki dünyalarını huzurla sürdürmektedirler. Beklenen” Mahşer” günü gelir çatar…

Ayouch’un God’s Horses’ı
Fas kökenli 1969 Paris doğumlu Fransız yönetmen Nabil Ayouch 1998’den beri 5 film yapmış oldukça üretken bir sinemacı. 2007’de çektiği Whatever Lola Wants epeyce beğeni toplamıştı. Son derece yerinde, günümüzün tüm Müslüman toplumlarını, topluluklarını, cemaatlerini, genelde hepimizi, her ülkeyi ilgilendiren, ilgilendirmesi gereken bir çalışma yapmış. God’s Horses/Tanrının Atları yeryüzünde insan olarak bulamadıklarını, şehit olarak gökyüzünde umut eden Fas’ın Kazablanka kenti varoşlarının yoksul çocuklarını anlatıyor. Belirli Bir Bakış (BBB) bölümünde bugün gösterilen film 2003’te Kazablanka’da 45 kişinin hayatına mal olan İslamcı intihar komandolarının suikastını işlemiş. İlk anda artık sıradanlaşan bir hikâye anlatılıyormuş gibi de gelse, halen yaşanan bu süreç ve olgunun üstüne gidilmesinde yarar vardır, diye düşünüyoruz. İki kardeş Hamit ve Tarık ile 4 yakın arkadaşı Kazanblanka’nın Sidi Mumen isimli gecekondu semtinde hayatta, ayakta kalma mücadelesi veren gençlerdir. 16 Mayıs 2003’te kentin 5 ayrı yerinde aynı anda meydana gelen patlamaların hepsini Sidi Mumenli gençler yapmışmış. 11 Eylül 2001 sonrası başlayan serüven binlerce gencin Allah’ın atlarına binme hülyasını beslemişti, beslemeye de devam ediyor. Ayouche sade ve basit bir senaryo etrafında, gerçekçi ve sosyal bilimci yaklaşımıyla tüm önemli oyuncularını Sidi Mumenli gençler arasından seçerek sinemanın rolünün yalnızca eğlendirmek olmadığı göstermek istemiş. Klasik bir şemada olsa görevini oldukça başarılı bir biçimde yerine getirmiş.

Loach’un Melek Payı
Ken Loach (1936) ustanın Melek kahramanları bu kez yaptıkları işlerden Pay almasını biliyorlar. Dünyada bir “Angaje sinema”, siyasi yanlı bir sinemadan konuşulabilirse bu türün kuşkusuz günümüzdeki Bir numaralı temsilcisi Ken Loach’tur. Cannes’da gösterilen The Angel’s Share/Meleğin Payı yönetmenin ikisi kısa metraj ve kolektif olmak üzere 30. Filmi (televizyona çektikleri hariç). 2006’da Altın Palmiye’yi kazanan The Wind that Shakes the Barley’in dışında iki defa Hidden Agenda (1990) ve Raining Stones (1993) ile Jüri Ödüllerini de almıştı.

Loach bu filmini günümüz İngiliz gençliği çevresinde çekme nedenini ülkesinde geçen yıl işsiz genç sayısının rekor seviyeye yükselmesiyle açıklıyor. “Çoğunluğu hiçbir gelecek ufku olmayan bu gençlerden söz etmek, seslerini duyurmak istiyordum.” Senaryo yazarı Paul Laverty Glasgow’lu olduğu için filmi bu kent ve İskoçya’da çekmiş. Sabıka sicili kalabalık bir genç işsiz, Robbie (Paul Bannigan) savcının hoşgörüsü sayesinde hapis yerine kamu yararına çalışmakla cezalandırılır. Zira sevgilisi Leonie (Siobhan Reilly) doğurmak üzeredir ve Robbie’ye inandığı için onu normal bir hayata döndürmeğe çalışmaktadır. Islah ekibinin eğitmeni Harry de (John Henshaw - Loach’un emektarlarından ) Robbie’yi takdir edip ona dostça yardımcı olmaktadır. Ancak geçmişi ve Robbie’yi sevmeyen Leonie’nin ailesi iyi niyetli gencin peşini bırakmamaktadır. Eğitmen Harry Robbie’nin yeteneğini fark edip onu viski tadıcısı ve uzmanı olmaya teşvik edecektir. Bununla yetinmek istemeyen Robbie ve kafadar üç arkadaşı kendi talihlerini zorlamaya karar verirler. Mademki değerlenmek, lezzetlenmek üzere bekleyen viskiden her yılda yüzde 2 oranında alkol, “Melek Payı” eksiliyormuş, bizim kahramanlarımızın Melek’ten ne eksiklikleri var? Loach son derece duygulu, mizah yanı güçlü, kesin riskler içerse de gençlerin geleceğe umutla bakmalarını sağlayan iyimser diyebileceğimiz bir masal film yapmış. Loach’ın en başarılı filmlerinden olmasa da en sevimli ve sıcaklarından bir tanesi olduğundan hiç kuşkumuz yok. Jüri ne kadarını takdir eder, göreceğiz…

Reygadas’ın Post Tenebras Lux’u
Carlos Reygadas’ın kısmen otobiyografik 4. filmi “Post Tenebras Lux”unu açıkçası çok merak ediyorduk. Sanatçının gerçeküstücü yanını bir kenara bırakacak olursak her filminde içsel şiddeti rahatsız edici bir ustalıkla vermesiyle Haneke’ye, doğayla olan ilişkilerinden ötürü bazı çevreci, natürist ve pastoral yeni sinema akımlarına yaklaştırabiliriz. Ancak onun temel özgünlüğü radikal siyasi yaklaşımı ve kışkırtıcı bir üslupla sınıf ilişkileri, toplumsal farklılıkların üstüne gidişinde yatıyor. Öte yandan hâlâ anlayamadığımız ve etrafımızda da tam anlayabilmiş tek kimse bulamadığımız son eseri sinema sanatı açısından bize ciddi bir haz verdi. Bizce ikincil ödüllere rahatlıkla aday olabilir. 2002’de “Japon” ile Altın Kamera Mansiyon, 2007’de “Silent Light” ile Jüri Özel ödülü alan Reygadas’ı biz 2005 yapımı “Battle in Heaven” ile tanıyıp çok etkilenmiştik. İrdeleyen ve yadırgatan bakışıyla sinemaya taze oksijen taşıyan aykırı sinemacılardan biri oldu.

Sinyor Juan ve ailesi büyük şehirden, Mexico City’den uzaklaşarak kırsal alana, bir orman köyüne yerleşir. Fakat aralarında yaşayanlar onları nasıl algılamaktadırlar? Aslında çoluk çocuk ile beraberlerinde taşıdıkları konforlu dünya içine girdikleri toplumla nereye kadar bağdaşmaktadır? Juan ve eşinin uyum gayretleri aradıkları huzur ve tatmini bulmak için yeterli midir? İlginç, hatta ilkel (eski) bir kamera tekniği, oldukça orijinal bir senaryo ve kurguyla ortaya gerçekten kayda değer bir sinema çıkmış. Prim olarak da çocukların oyunu, hayal gücü ve büyüklerin kâbuslarını ekleyebilirsiniz.

Arango’nun La Playa DC’si
Kolombiyalı Juan Andrés Arango (1976) La Playa DC ile Altın Kamera’ya aday. Bu kez hiç bilmediğimiz bir konuyu keşfediyoruz. ‘Beyaz’ Bogota’da yaşayan Afro-Kolombiyalılar ve de Karayip-Afrika kökenli göçmenlerin dramına, zorlu mücadelelerine tanıklık ediyoruz. Dürüst bir biçimde var olma kavgası veren Tomas annesi ve yeni kocasının yanında sığıntı gibi yaşamaktan rahatsızdır. Özellikle de kirli işlere bulaşan küçük kardeşini korumak söz konusu olduğunda. Kardeş ortadan kaybolunca, Tomas aileden ayrı varlığını idame ettiren büyük kardeşle birlikte ufaklığın peşine düşerler. Hayat onlar çıkışı olmayan acımasız bir fasit dairedir. Arango bir belgeselci titizliğiyle çalışmış, asla bilemeyeceğimiz bir Bogota’yı Cannes sakinlerine yalın bir dille aktarmış.
Yukardaki birkaç örnek dışında özellikle siyasi tanımına uygun ve bir hayli başarılı üç İsrail filminden söz ediliyor. Olanaklara göre belki gelecek hafta konuyu tekrardan ele alabiliriz.

………………………………………………
(*) Merak eden okurlarımız aşağıdaki internet adresinde ayrıntılı tuttuğumuz Cannes Günlüğünü ya da Cumhuriyet gazetesindeki yazılarımızı okuyabilirler. UH

http://www.altyazi.net/makale/cannes-g%C3%BCnl%C3%BC%C4%9F%C3%BC-2012-8-...