Ey hayat,
seni bulmaya geleceğim,
yeniden.
Ölüm daha çekilmeden sokaklarından.
Ve her günü, aynı güne dönüştüren şu taç
indirilmeden tahtından.
Mahzenlerden çıkarak geleceğim, hayat.
Çanak çömlek patlatan çocuklarla birlikte.
Boş peronlardan kavuşmaları toplayarak geleceğim.
I.
Yeni gelmişim nöbete. Ortalık sakin. Alışkın değiliz servisin böyle olmasına ama tedirgin de değiliz. Normal zamanlarda havada bu tür bir sakinlik olsa diken üstünde oluruz. Sessizlik fırtınanın habercisi gibidir. Ama o gün fırtına beklemiyoruz. Fırtınayı o güne beklemiyoruz.
Bence meseleyi Sovyetler’in çözülüşünden başlatmakta fayda var. Yani tüm bu geçiş sancılarını. Araya Körfez savaşlarını, İkiz Kuleleri, Afganistan işgalini, Çin’in devasa bir fabrikaya dönüşümünü ve Trumpgillerin iktidara gelişini yerleştirebiliriz. Salgın da bu sürecin şimdilik son halkası gibi. Koca bir tarihin parçası. Şok üstüne şok tarihinin!
İnsanın aklına ister istemez Naomi Klein’ın “Şok Doktrini” kitabı geliyor. 2007’de yayınlanan kitabında felaketler kapitalizminin yükselişini ve egemen sınıflara, küresel elitlere “yönetme” sürecinde sağladığı olanakları anlatıyordu. Askeri, toplumsal, bilimsel ve psikolojik olanakları.
Yerinden yurdundan edilen, sınırları bir biçimde aşmak zorunda bırakılan insanların geçmişleri muhtemelen oldukça zorluydu, gelecekleri de zorlu olacak. Araştırmalar öyle söylüyor, hayat öyle söylüyor, tarih zaten öyle yazıyor. Ve bu zorlukların içinde psikiyatrik sorunlar da var.
Günlerinin kötürümlüğünü görüp de görmek istemeyen bir halk gibiyiz. Başka şeyler görmek istiyoruz. Bize iyi gelecek, azıcık teselli edecek, “buna da şükür” ya da “o kadar da değil, iyi şeyler de oluyor” dedirtecek şeyler. Haksız da sayılmayız. Her güne intiharlar, olası savaşlarla başlıyoruz. Kolektif, toplumsal gündemimiz herkesin fellik fellik kaçacağı işlerle dolu.
Haftanın ruhunu anlatan bir kare olarak önümüze düşüverdi dün Hatay’da kendini ateşe veren babanın fotoğrafı. Çığ altında kalanları kurtarmaya giderken çığ altında kalabilen, uçağı havada değil yerde düşebilen bir ülkenin insanlarıyız ya bembeyaz bir sis bulutunun içinde yere kapanmış o insanda kendimizi buluverdik hızlıca. Daha hikayesini bile bilmeden biz de yandık, biz de kahrolduk.
Yarın okullar açılıyor. Yarı yıl tatili bitiyor. Neredeyse 15 milyon çocuk (ve genç), bir milyona yakın eğitim çalışanı ve ebeveynleri de katarsak ülkenin neredeyse yarısı için koşuşturmaca yeniden başlıyor. Söz konusu koşuşturmaca olunca tatilin bittiğine sevinecek çok az insan vardır diye düşünüyor insan.
Öncelikle depremi ve yıkımı yaşayanlara geçmiş olsun. Deprem anına dair görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla oldukça şiddetli bir depremdi yaşanan. Ve hatta yıkım daha fazla olabilirdi, sanırım görece kısa sürmesi hasarın büyüklüğünü önledi. Keza 99 depremi neredeyse bir dakika boyunca devam etmişti... Ama süre ve şiddet bir kenara, bölgede yaşayanlara, etkilenenlere tekrar geçmiş olsun.
Ülke, dünya, toplum, etrafımız. Her şey sarı kantaron tadında. Bu ara...
Nedir sarı kantaron?
Zaman çabucak geçiveriyormuş. Hani 2009’un son günerinde birisi önümü kesip, "Şişşt! Hayatının yarısını devirmeye gidiyorsun, farkında mısın?" dese güler geçerdim. Hiç takmazdım kafama. Hatta böyle bir şey söylemiştir belki de, ben üstünde hiç durmaksızın söyleneni de söyleyeni de çoktan unutmuşumdur.
“İçinde bir tutam delilik olmayan hayat, eksik bir hayattır.” demiş popüler kitap yazarı Paulo Coelho. Çok bilmem, okumam kendisini ama tam yola çıkarken denk geldi bu sözü. Bir başlangıç notu gibi. Ben de aldım buraya.
Hangi yayın derseniz akademik yayından bahsediyorum. Biliyorsunuz, hafta içinde “akademik yayın” konusu rektörler özelinde hızlıca tartışıldı, yuhalandı ve sonra da çok üzerinde durulmadan geçti, gitti. Konu derken tabii ki rektörlerin yayın yapması (ya da yapmaması) ve bir de üstüne rektörlerin yaptıkları yayınların atıf alması (ya da almaması) meselesini kastediyorum.
“Hangi kadın bilmez o bakışı!” demiş birçok kişi. Ceren Özdemir’in evine dönerken sokak kameralarına takılan bakışını işaret ederek. Arkaya, geriye tereddütle dönen bir baş ve endişe dolu bakışlar. O kayıtta çok da net göremiyoruz belki ama çok da belli: orada, o bakışta “Arkamdan mı geliyor, beni mi takip ediyor?” diyen bir an var. Çok tanıdık, çok bildik.
Sanırım bir şarkıda geçiyordu: “Binlerce insanı öldürürsen fatih, birkaç kişiyi öldürürsen katil olursun” diye.* Hakikaten savaşların böyle her şeyi düzleyici bir yanı var. Sayılar, yasalar, toplumsal kurallar ve uzlaşılar hükmünü kaybediveriyor. Bir tür kısa devre gibi oluyor savaşlar. Her şey mubah oluyor.
Kitle psikolojisi kapitalizmle birlikte ortaya çıktı. Öncesinde küçük nüfuslar için geçerli olan ortak zihinsel haller, duygular, hikâyeler, söylenceler, efsaneler kapitalizmle birlikte çok daha büyük yığınlar için geçerli hale geldi.
Boşuna “çok alâmetler belirdi” denmiyor. Hakikaten çok alâmetler çıkıyor, her gün ve her yerden. Dün, Erhan abinin soL’da söylediği gibi: “Dünya çivisi çıkmış bir tekne gibi çatırdıyor.” İnsülin de o çatırtılardan birisi.
Ahkâm kesmek anlamsız. Ve hatta aptalca.
Ama geçen hafta şöyle bir şey yazmıştım: “psikolojiden, psikiyatriden çok şey bekleniyor.” diye. Tam da bu sözün üstüne toplumu, bizleri sarsan her yeni olayda psikiyatrik bir şey çıkıverdi. Ayrımcılık, yoksulluk, yalnızlık, otizm ve intiharlar giriverdi gündemimize.
Bu yazıda, birbirinden farklı ama bir bakıma birbiriyle çok doğrudan bağlantılı iki konudan bahsedeceğim: akademi/akademisyenin hâli ve psikiyatri toplantıları özelinde tıp kongreleri.
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: tüm akademi teknikleşmelidir ve tabii ki tüm akademisyenler de teknisyenleşmelidir. Bir de gereksiz tüm kongreler çöpe gitmelidir. Ama…
Geçtiğimiz hafta içinde yaşanan ve birbiriyle yakından uzaktan alakası olmayan iki olay kişilikle, akıl sağlığıyla açıklanmaya çalışıldı: Trump’ın mektubu ve İzmir’de genç bir hekime yönelik jiletli saldırı. İkisinde de toplumsal/insani ve diplomatik sınırları delip geçen bir tanımazlık ve hatta antisosyallik hemen göze çarpıyordu.
Başka bir yazı hazırlamıştım. Bir başka kaybın 40. yılını anlatan bir yazı. Ama masanın başına oturduğumda Vail’in haberine denk geldim. Denk geldim ve “kalsın” dedim. Her şey! Yazı, hayat, katlandığımız ve aynı zamanda yudum yudum, gıdım gıdım mutluluk tattığımız şu hoyrat, salak ve trajik hayat kalsın dedim. Ne gerek var! Ne gerek var, hakikaten.
Sarsacak, sallayacak, yıkacak denilen İstanbul depremi geldi günlerimizin kapılarına dayandı. Zaten “İstanbul Depremi” diye ayrı bir olgu var hayatımızda. Bir zamanların “trafik canavarı” gibi. Bekliyoruz kendisini. Dile kolay, 20 yıldır bu beklentiyle yaşıyoruz.
Ne garip zamanlarda yaşıyoruz. “Gerçek” hayatlarımızda yalnızlaştıkça “sanal” hayatlarımızda daha kolektif hale geliyoruz. Başkalarının acısı bizim acımız oluyor. Başkalarının öfkesinde kendi öfkemizi buluyoruz. Biliyorum bir kısmı histerik bir hal taşıyor: abartılı, tiyatral. Ama bir kısmı da yalansız, katıksız, hesapsız, saf bir duygudaşlık. O kadar.
Okullar açıldı. Okulların açıldığı gün de Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un Milliyet’e verdiği bir söyleşi yayınlandı: “Eğitimin kozmik odası: e-rehberlik” adıyla [1]. Kozmik oda denince artık memleketimizde ayrı anlamlar doğuyor. “Sır perdesi” aralanmasa da aralanmış gibi oluyor.
İki şarkı düştü önümüze. Olay ve Susamam.
Aslında bu yazının başlığına çıkmayı hakeden şarkı daha çok Susamam’dı. Ama olmadı. Denedim. Rap, biraz da sözel ve işitsel uyumsa eğer, uymadı. Gerçi aynı gece yayınlanan her iki şarkı da sözleriyle, görsel işleriyle hemen ses getirdiler ve bir kıyaslama yapmak gereksiz, hatta saçma. Ama başlığa uyan Ezhel oldu, aklıma uyan ise Susamam.
Şimdi geriye dönüp baktığımda ne büyük “aldatmacaymış” diyorum. Tam bir “piyasa” pazarlamasıymış; tek bir gen ile belirli bir davranış, duygu, düşünce arasında doğrudan ilişki kurmak. Ama bir yandan da hâlâ oradayız: “Solculuk/ateistlik geni bulundu”dan gelmedik mi bugünlere?
Biliyorsunuz, çok kolay alıcı bulan, kabul gören bir söylem var: Buna göre bilim herkesten ve her şeyden bağımsız olmalıdır. Günümüz bilimi bu “bağımsız” vitrin görüntüsünü kolayca yaratabiliyor. Bir taraftan bazı konuların, araştırmaların arkasında “şirketlerin” olduğu iyi biliniyor; hatta bu konuda sık sık ses de çıkarılıyor ama sonra bilim ile sermaye arasındaki ilişki unutuluveriyor.
Geçtiğimiz hafta Amerikan Tıp Birliği'nin bilimsel dergisinde oldukça tartışmalı bir konuda yeni bir makale yayınlandı [1].
“Yaşımız yetmezse yaşantımız yeter!” demiş Adana’daki çocuklardan birisi. Hamile kediyi köpeğe parçalattıkları için karakola götürülürken.
Geçtiğimiz haftasonu Yunanistan’da seçimler oldu ve “radikal sol” Syriza iktidarı kaybetti. Düzen solu denilince çoğu kimsenin kafası karışıyor. “Ne yani seçimlere katılan bir parti düzen içi olmuyor da Syriza gibi partiler mi düzen partisi oluyor?” diye sitem de ediliyor.
Kitle psikolojisi denince insanın aklına önce Gustave Le Bon geliyor. Fransız sosyal psikolog, sosyolog ve fizikçi. Tipik bir 19. yüzyıl sonu bilimcisi, düşünürü. Parlak, derinlikli ve düzenin sağlam bir temsilcisi. İngiltere’de yaşasaydı kesin “sir” ilan edilirdi ama Fransa’da Légion d'honneur verilmemiş kendisine. Gerçi ihtiyacı da olmamış.
Bazı fotoğraflar var ki insanın zihnine kazınıyor. Yıllar da geçse üstünden, yeniden gördüğünüzde fotoğrafın anlattıklarına, belgelediklerine ve hatta o ilk karşılaşmada hissettiklerinize geri dönüyorsunuz. Bir anda.
Bir haftadır aklımdan iki söz geçiyor: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir.” ve “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür”. İkincisini, yani nisyanı “anlamak” kolay: insan unutur.
Diyeceksiniz ki “Ne alakası var?” Ama var.
Psikiyatri tarihi sadece piyasacı işlerden ibaret değil. “Halkçı” bir tarihi de var psikiyatrinin. Hem de öyle böyle değil. Bayağı derin ve de etkili. Geniş halk kesimleri için yapılmış birçok psikoterapi girişimi var. Düzene uyumlulaştıran, acıları katlanır kılan değil, boyun eğmemeye anlam kazandıran.
Hayat hiç masalsız olur mu? Olmaz!
Daha seçimlerin tartışılmaya başladığı günlerde aklıma gelmişti, bu işin dönüp dolaşıp psikiyatriye dokunacağı. Bir tek toplumsal cinnet halimizden bahsetmiyorum, toplumca haleti ruhiyemizi anlamak için son bir haftada yaşananları sıralamak bile sanırım yeterlidir.
Şimdi diyeceksiniz ki “Şizofreniyi önlemek de nereden çıktı?” Gündem dolu. Hem de ne dolu! Zizek taht oyunları üzerine atıp tutmuş, valilik “dersimiz Dersim’i durdurmak” demiş, küçücük yavrular en yorgun uykularına minibüs köşelerinde dalmış, Avrupa sağa kayarken sol ancak “aman ha!” diyebilmiş falan. Ama gündeminize şizofreni de girsin. Çünkü…
İlk ne zaman koptum, tam olarak hatırlamıyorum. Ama sanırım ortaokul günlerindeydi. Kurtuluş Savaşı’yla ilgili bol şatafatlı laflar ediliyordu sürekli ama “gerçek hayat” hiç de öyle değildi. Çünkü Kurtuluş’la, Cumhuriyet’le ilgili her ne varsa, açıktan ya da örtülü öğütülüyordu: okulda, sokakta, televizyonda.
Hem de daha şiddetli olarak. Ama bu sefer coğrafyası farklı. Afyon Çin’i değil Amerika’yı teslim alıyor. Hatta aldı bile.
Çalışıyor makine. Sessiz ve sakin.
Biraz gıcırdayarak belki ama çalışıyor yine de makine.
Diyeceksiniz ki ne lakası var makine ile mazbatanın, Notre-Dame’ın. İnce bir çizgi var aralarında, hepsi bu. Kimi zaman kör gözüm parmağına önümüzde olup biten kimi zaman da hiç farkedilemeyen. Öylece sürüp giden.
Peki, nerede bu ince çizgi? Bir anlığına da olsa nasıl görünüyor?
Tabii ki gerekli. Ama şart değil. Yani yaşamak için. Öte yandan akli dengenin keyifli, doyumlu yaşamak için şart olup olmadığı belki tartışılır ama gerekli olduğu da açık.
Emperyalizm dünyayı bir kez daha hesaplaşmaya götürürken geçtiğimiz haftanın yakıcı olayları arasında küçük ama önemli bir gelişme ajanslardan geçiverdi. Bu köşenin takipçileri belki hatırlayacaktır; daha önce iki kez yazdım: ABD yönetimi neredeyse iki yıldır diplomatlarının “sonik saldırıya” uğradığını iddia ediyor. Önce Küba’da iddia ettiler, sonra da Çin’de.
Türkiye’ye, dünyaya ne oluyorsa o oluyor. Farklı bir şey değil. Ne yazık ki!
Gerçi insanın yeni yılı kutlayası gelmiyor ama madem 18’den 19’a geçiyoruz en azından geride kalanı nasıl hatırlayacağımızı düşünebiliriz. Hatta “Hatırlayacak mıyız?” diye de sorabiliriz. Çünkü serbest çağrışımla düşünürken 2018 için aklıma “sası” kelimesi geliyor: Tatsız, renksiz, ruhsuz anlamında. Öyle bir yıldı sanki 2018. “Hatırlayacak mıyız!” sorusu oradan geliyor.
Aslında tam olarak bir çıkmaz da sayılmazdı. Hacettepe’den Hamamönü’ne çıkılan bir sokaktı. Biraz yan yatmış ama yıkılmamak, ayakta durmak için birbirine yaslanmış eski binaların arasından kıvrılır ve sonunda dar bir geçitle ana caddeye açılırdı. Korna seslerinin tüm hayatı bastırdığı iki cadde arasında uzanırdı. Talatpaşa’yı Dumlupınar’a bağlardı. Ya da Dumlupınar’ı Talatpaşa’ya.
Geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız bir “bilgi” yayınladı. “Bilgi edinme özgürlüğü” çerçevesinde verilen bir dilekçeye istinaden “zaman aşımına” uğramış bir devlet sırrı açıklandı.
Evet, kalır.
Nasıl mı? Kendi insanlarını arar, bulur, bir araya getirir, emek verir ve de kendi insanların için didinirsen. Ama öyle rastgele değil. Nereden gelip nerelere gittiğini bilerek. Nereye gitmek istediğini bilerek.
Geçtiğimiz hafta gündeme gelen bir makale sosyal medyada ses getirdi ve oldukça paylaşıldı. Ses getirdi çünkü makaleye göre Türkiye “fason akademik makale” üretiminde dünya ikincisi olmuştu. Fason derken akademik dergilerde “para karşılığında basılan” makaleleri kastediyorum.
Dün, uçağı kaçırdım. Hayatımda ilk kez. Belki de ikinci kez. Bilemiyorum. Böylece havaalanında da olsa kendimle başbaşa kalma imkanım oldu. Çok koşturdum çünkü. Bütün hafta. Zaman bulmanın böylesi, belki kötü. Ama bu mecburi durma, mecburi duraklama azıcık nefes almak anlamına da gelecekti, biliyordum.
Sanırım böyle bir dönemi geride bırakmakta olduğumuzu söyleyebiliriz. Yani liderlerin söylediklerinin, yaptıklarının, düşünce ve davranışlarının belirleyici olduğu bir dönemden. Bu öyle bir dönemdi ki sanki siyaset dâhil tüm sosyal ilişkiler liderin çıkışlarına ve de inişlerine daralmıştı.
Kelimeyi ilk ne zaman duydum tam hatırlamıyorum ama herhalde bir 10 yıl olmuştur. Resilience, yani esneklik, dayanıklılık. İlk duyduğumdan bu yana ise aklımda başlıktaki gibi yankılanır bu kelime, yani rezil-yıns olarak.
Salı günü, Ulusal Psikiyatri Kongresi’nin ilk günüydü. Önemli bir kurs ile açılmıştı kongre. Hindistan asıllı psikanalist Salman Akhtar “dinlemek” üzerine konuşuyordu: Kelimeleri dinlemek, sessizliği dinlemek, eylemleri dinlemek üzerine. Psikiyatriden de öte temel insan ilişkilerine dair üç ders gibiydi anlattıkları.
İnsanın bazen şöyle diyesi geliyor: “Ey piyasa! Sen nelere kadirsin!”
Çünkü piyasanın işleyişi öyle alanlarda, öyle işler ortaya çıkarıyor ki hani neredeyse, sırf kazanmak ve daha fazla kazanmak için ölüyü diriltiyor, kötürüme taklalar attırıyor.
Sanırım Fransız Komünist Partisi’nin eski bir üyesi, önemli bir psikanalist olan Elisabeth Roudinesco söylemişti: “21. yüzyıl şimdiden Lacan’cıdır” diye. Siyasal devrim ile öznel devrim arasındaki ilişkide biraz da öznel olana çubuk bükerek. Eh, haksız da sayılmaz. Öyle bir zamandan geçtik. İşçi sınıfı siyasetinin ve örgütlülüğünün geri çekildiği bir dönemden yani.
Aslında hep görürdüm adını. Mesela Murat Belge’nin Marksist Estetik kitabının kapağında. Merak da ederdim, kimdir, nedir, ne söylemiştir diye. Ama sanırım gereksiz laf dolambaçlarıyla karşılaşmaktan korkup uzak durdum. Yıllarca.
Ama yanılmışım. Keşke daha önce göz atsaymışım. Bazı tesadüfler, bazı denk gelişler gerekti Christopher Caudwell ile karşılaşmak için.
Garip bir haftaydı.
Önce uzaydan haber geldi. Olmayacak bir haber. Tuhaf ve de tehlikeli bir haber. Birisi ya da birileri Uluslararası Uzay İstasyonu’nun (UUİ) Rusya’ya ait olan kısmında, İstasyon’a Haziran ayında bağlanan Soyuz MS-09 modülünde matkapla delik açmıştı.
Bu yazı yayımlandığında Bilim ve Aydınlanma Akademisi tarafından düzenlenen “Tarih Boyunca Bilimsel Dünya Görüşünün Gelişimi” yaz okulunun son gününe girmiş olacağız. Biyolojiden fiziğe, tarihten matematiğe başka bir yerde dinleme olanağı bulamayacağımız sunumlar, konuşmalar ve antik dünyanın içine yapılan bir gezi vardı yaz okulunda.
Kısa bir aradan sonra yeniden merhaba. Araya seçim psikolojisinden çıkış, kriz ve yaz rehaveti girdi. İlkini seçim döneminde yazmıştım. Sonuncusunu yaz ve rehavet bitince yazarım. Bu durumda, krizden ve krizin özgün bir görünümünden devam edebilirim sanırım: kriz, bilime nasıl yansıyor?
Bu psikolojiden nasıl çıkılır diye soracaktım ki ülke sağolsun, seçim sonrasının "şok" hali hızla dağılmaya başladı. Hatta diyebilirim ki yeni bir seçim atmosferine, kitlelerin kendisini kaptıracağı o büyülü hava için bir yola az çok girildi bile. Yaz geçsin, siz siyaseti o zaman görün!
Şimdi öncelikle şunu söyleyeyim ki anlatılan benim değil sayende hepimizin hikayesidir. Ve adı da "sihirli sandık" olabilir. Hatta çok istenirse balesi de yapılabilir, operası da olabilir ama artık bu devirde köy seyirlik oyunu olmaz.
Gerçi bu devirde opera, balesi de olmaz ama bu hikaye modern dansa da hiç uymaz. Biliyorsun, biliyorum ki aslında eski bir hikaye bu hikaye.
Tabii ki seçim var, seçim var.
Mesela anne, babanızı seçemezsiniz. Ve seçemediğiniz o iki insan, o iki insanla bağlantılı herkes, her şey birçok seçiminizi etkiler. Hem de siz farkında bile olmadan!
O iki insan, hem biyolojiniz hem de tarihinizdir.
Önceki gece, dört bir yandan yayılınca küçük yavrunun fotoğrafları, aklıma düştü, ne gördüğümüz o fotoğrafta.
Birçok insan, belki milyonlarca insan, karşılaştıkları şiddetin şiddetiyle, sanırım bazı sorular sordular kendilerine. Mesela “Bizim de patilerimizi kesip yol kenarına bırakırlar mı?” dediler farkında olarak ve olmayarak. Ya da “belki de çoktan bırakıldık mı?” diye sordular.
- Çok üstten konuşuyorsunuz Tolga.
- Nasıl yani?
- Üstten, üstten işte.
- İnan ki anlamıyorum.
- …
- Gerçekten bak. Üstten diyerek ne kastettiğini anlamıyorum. Yani, tamam ben kendimi anlayamıyorumdur, bunu anlarım da, üstten konuşmayı anlamıyorum.
- Şöyle… Sanki her şeyi bir tek siz biliyorsunuz da başkaları bir şey bilmiyor.
- Nasıl yani?
Bazı ülkeler, bazı toplumlar hep gerici kalıyor. Vasatlıktan, çakallıktan ve ileri olan her ne varsa ona direnmekten kendilerini alamıyorlar. Bir tür kalıtsal özellik gibi, tarihin getirdiği yükten bir türlü kurtulamıyorlar. Akla ilk gelenler arasında Polonya, Ukrayna, Kolombiya sayılabilir ve tabii ki Türkiye, Pakistan da katılabilir bu listeye.
Sevgili arkadaşım, canım arkadaşım!
Ben şimdi durup dururken sana neden mektup yazıyorum, değil mi?
Tuhaf… Değil mi?
Eh, ne diyelim! Yazdıklarını, düşündüklerini, aklından geçenleri duydukça, okudukça ve de gördükçe yazmak istedim, sana.
Daha doğrusu ne kadar da ayrı düştüğümüzü gördüm, üzüldüm; yazmak istedim sana. Nasıl oldu da bu kadar ayrı düştük, diye.
Seçmek ve de seçilmek. İşte bütün mesele bu…
Sanki… Değil mi?
Öyle mi?
Yeter mi?
Seçimler aslında seçim değil, imtihan. Hem de nasıl bir imtihan!
Seçme ve seçilme özgürlüğü olan yurttaşın seçimlerle imtihanı.
Tarihin cilvesi mi desek! Şimdilerde herkes sakallı. Hâlbuki sakal önceden pek öyle moda değildi. Hatta bazı tehlikeler taşıyordu. Ve nadiren kurtarıcı oluyordu.
Döndük dolaştık, üniversite, akademi meselesine yeniden döndük.
Akademi… Yani antik anlamıyla söylersek “beceri, hüner kazanma yeri”.
Yarın otizm farkındalık günü. Yani 2 Nisan. Önceden böyle bir gün yoktu. Birleşmiş Milletler 2008’den bu yana üye ülkeleri 2 Nisan’ı otizm temasıyla geçirmeleri için destekliyor. Günün amacı otizmli bireylerin toplumun bir parçası olduğu bir kez daha hatırlatmak ya da var olan farkındalığı arttırmak.
Sonra biz indirgemeci, kaba falan oluyoruz, “dünyanın şu düzeni içinde her bilimsel gelişme sermayeyi tadacaktır” dediğimizde.
İyi niyetli çok arkadaşımız var. Kapılarına çarpıp kaldığımız bir sürü iyi niyetli arkadaş bunlar. Brecht’in şiirindeki gibi, biliyoruz, iyiler.
Benim bildiğim arızalı çıkış yapanlara meczup denirdi. Bir zamanlar. Mesela 28 Şubat’ı da içine alan restorasyon sürecinde ortalıkta çok meczup vardı. Şimdilerde hatırlayanı kalmış mıdır bilemiyorum ama Çankaya köşkü önünde soyunan şarkıcı kadın meczuptu. Aczimendiler meczuptu. Fadime Şahin meczuptu. Mustafa Kemal'e küfredenler has meczuptu.
Hayır; o, bu, şu değil de insan tam öfkelenecek, olup bitenler karşısında ağzı açık kalakalıyor. Her yeni olayda, her yeni gelişmede “eh, bu kadarı da olmaz artık” diyecek oluyor insan ama olaylar bir Hitchcock filmi gibi gözünün önünden geçip gidiveriyor. Hatta tam “evet ya, tüm bunlar Hitchcock filmi gibi” diyecekken bir de bakıyor ki aslında Chaplin filmine denk gelmiş: Aaaa!
Tabii ki mümkün. Ama ortada felsefi olduğu kadar biyolojik bir sorun da var: Dışarısı neresi, içerisi neresi?
“Dünyaya dair hüsran içindeyim!” Böyle bitiyor, Mevsim Yas. Son bir yıl içinde Kürt coğrafyasına dair okuduğum ikinci roman. İlki Yavuz Ekinci’nindi: Rüyası Bölünenler. Mevsim Yas ise ikincisi. Mehtap Ceyran’ın. Adı gibi bitimsiz ölümler, kayıplar, yasa benzemeyen yaslar içinde bir ilk kitap. İçten ve sıkı yazılmış. Yumruk gibi. Gelip böyle içinize oturuyor.
İnsan ne de çabuk unutuveriyor, değişimi. Her şey hiç değişmeyecekmiş gibi görünüyor. Hep aynı kalacakmış gibi…
Sonra bir bakıyorsunuz; değişmez denilen birçok şey değişivermiş; değişim sanki kendiliğinden, öylece, boşlukta oluvermiş… Ve siz değişenin değiştiğini bile anlamamışsınız. Farkına varmamışsınız. Değişmiş işte.
O kadar.
1934 yılının soğuk bir kış gecesidir. Paramiliter silahlı birlikler, yani yaklaşık 17.000 kişi, Viyana’nın hemen kenarındaki işçi mahallelerini bombalarken çok değil iki kilometre ötede, şehrin göbeğinde hanımefendiler ve beyefendiler kahvelerini yudumlamaktadır.
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: “Psikiyatrinin siyasi amaçlarla kullanılması kabul edilemez” demek siyasetin daniskasıdır. Tıpkı orada, burada, şurada “siyaset olmasın” demenin siyasetin ta kendisi olması gibi.
Yerinde olmadığı konuşuluyor. Hatta sık sık tartışılıyor. Geçtiğimiz günlerde çıkan ve ben bu yazıya başladığım sırada sevgili Alper’e kaptırdığım bir kitap da tartışmaları yeniden alevlendirdi: “Ateş ve Öfke: Trump’ın Beyaz Sarayı’nın İçinde”.
İnsan şaşırıyor ilginç kişilerin tarihin akışına yön verebilmesine? Ya da belki de tarih belli bir yöne çoktan girmiş oluyor da biz sanki insanlar, durumlar o seyri temsil ediyormuş gibi görüyoruz. Ve sonra da gelsin efsaneler, gelsin söylenceler. Yoksa hiç bir iz, hiç bir esinti bırakmadan geçip gitmiş kaç şahsiyet vardır! Kim bilir?
Bazı nesneler vardır. Bir dönemin, bir olayın simgesine dönüşmüş. Tarihin üstüne kıvrılıp büzüştüğü nesnelerdir bunlar. Çok şey anlatırlar.
Bazı şeyler ancak yitirilince, kaybedilince kıymetli oluyor. Bazı şeylerin değeri ancak kaybedilince anlaşılıyor.
“Batı’ya sığınan önemli akademisyenlerden bir tanesi, baş başa yaptığımız görüşmede bana dedi ki…” Bilimsel makaleler böyle başlayabilir mi?
Başkalarının acıları üzerine yazmak ne de zor! Ve bir açıdan da ne kolay!
Edebiyat, biraz da bunun için var: zor olanı işlemek ve kolay hale getirmek için.
Emrah Serbes'in haberi kimi yerlerde karnaval coşkusu kimi yerlerde ise şok havası içinde yayılırken bazı kareler, bazı insanlar ve bazı hayatlar canlandı aklımda. İster istemez!
Tabii ki bu aralar akla bambaşka şeyler geliyor, Amerika'nın ruhu söz konusu olunca. Ama ne diyordu şarkıda: "Neden, neden bu kadar zor, bu ülkede ayakta durabilmek?"(1) Biz oradan gidelim.
Sevgili izleyicilerimiz ana haber bültenimize hoş geldiniz. Sizler gibi, haber merkezi ekibi olarak bizler de çok heyecanlıyız. Heyecanlıyız, çünkü gün boyu sizlerin de yakından takip ettiği gibi insan genomunun tamamını taşıyan ilk soğan üretildi. Belki de dünyaya geldi demeliyiz; soğan kız, soğan oğlan demeliyiz.
İstismar, taciz ve ihmal, her psikiyatristin çalışma alanıdır, ister istemez. Çünkü biliriz ki erken yaralar bir türlü iyileşmez; kabuğu, izi, yeri de büyür, büyüyen insanla birlikte.
Mademki gündem et, biz de yakından bakalım toplumun ocağında pişen bu mevzuya.
Öncelikle şunu söyleyeyim: Açıkçası her şeyin bu kadar hızlıca değişebileceğini düşünmemiştim. On, on beş yıl öncesinden bahsediyorum. Evet, Türkiye’de uzun zamandır kırlar boşalıyordu ama Avrupa hedeflerinin pat diye tutturulabileceğini ve kırların apar topar terk edilebileceğini pek tahmin etmiyordum.
Basın yayın organları psikiyatri-psikoloji haberlerini çok severler. Elbette ki okuyucular da. İnsanın içini gıdıklayan bir yanı vardır “ruhsal” durumlarımızla ilgili haberlerin. Mutlaka ilgi çeker. Bir bakarsınız mesela isyankârlığın geni bulunuvermiştir. Pek “saygın” bilim dergilerinden klişe haber portallarına kadar hızla yayılır, bu tarz kolay okunur çıkarımlar.
Bakmayın siz etrafımızdaki akıl furyasına. Evet, telefonlar akıllı; araçlar, evler, trafik ışıkları akıllı! Ama revaçta olan hâlâ büyüsel düşünce. Hayat istediğiniz kadar maddi temele dayansın; düşüncede geçer akçe idealizm. Özellikle de insan ilişkilerinde, topluma ve hayata bakışta.
Görünen o ki artıyor. Sayılar öyle söylüyor, gündelik yaşamdaki tecrübelerimiz de öyle söylüyor.
Ama sayılara geçmeden önce “madde” ve “kullanım” konusunda birkaç hatırlatma yapmalıyım.
Kurumları sevmem. Kurumsallaşmayı da. Hele günümüz dünyasında, vasatlık ve bayağılık geçer akçe iken mümkünse hiçbir kurum ayakta kalmamalı.
Türk Dil Kurumu gereksinim olarak tanımlanmış nefsi. Gereksinim derken de bedensel gereksinimleri yazmış: “İnsanın yeme, içme vd. gereksinimlerinin bütünü” demiş. Ve diğer (vd.) kısmına girenleri ise yazmamış. Bize bırakmış. İngilizce sınavında sorulan “boşlukları doldurun” tarzı sorular gibi.
Psikiyatrinin, hele de günümüzün biyoloji ağırlıklı psikiyatri kuramının en kenara itilmiş başlıklarından birisidir kişilik, karakter, mizaç. Klinik uygulamasının da çok farklı olduğu söylenemez: Kişiliğe pek yer yoktur moleküller dünyasında.
Nasıl diyeyim? Bilirsiniz işte. Kurumsal dertlerin, işleyişteki aksaklıkların hep sistem sorunu olduğu düşünülür. Bana da soracak olursanız devlet kurumlarının hantallığı ve çürümüşlüğü, özel sektörün doymak bilmezliği ve züppeliği birer sistem sorunudur. Hatta küçük bir kurumdaki çeşitli aksaklıklar sistemden kaynaklanır; başka bir şeyden, mesela insan faktöründen değil.
Rahat olsun içiniz.
Bahar geldi en sonunda buralara da.
Bolluk geldi en sonunda buralara da.
Bereket, zenginlik...
Geldi en sonunda,
ne bedellerle,
ne bedellerle...
Trendeyim. Tire’ye giden trende. Yağmur yağıyor dışarıda.
Hayat böyle işte. Denk gelişler, kavuşmalar ve vedalaşmalar var içinde. Ve tüm bunlar, biraz da ihtimaller uygunsa mümkün olabiliyor. İnsan bir ihtimal denk geliyor, bir ihtimal kavuşuyor ve bir ihtimal vedalaşıyor. Hatta çoğu zaman vedalaşmak mümkün olmuyor. Zamansız, hazırlıksız bir ayrılık giriyor araya.
***
Belli! İyi bir şeylere ihtiyacı var insanların,
tarihin ve de ülkenin.
Mesela “Gözün aydın, gözümüz aydın!” denmesine ihtiyaç var.
Ya da “Meraklanma, çok çekmedi. Kurtuldu sonunda!” denmesine.
Ama sanırım en çok “Yok canım; öyle uzun boylu değil işte. Bitti, gitti! Haydi içini ferah tut sen!” sözlerini duymaya ihtiyaç var.