Unutuş

"Yıllar sonra ilk kez duyuyor, ilk kez görüyor gibi izlemişler Medusa’nın Salı’nı! Hatırlamamalarına, yeni idrak etmelerine şaşırıyorum. Ama hepimizin bazı şeyleri seçerek unuttuğu geliyor aklıma…Hatırlamak böyle bir şey!"

Tolga Binbay

Oturuyoruz. Yıldızların altında, serin bir gece uzanıyor. Biz de içindeyiz gecenin. Ara ara harlanan ateş yüzlerimizde dalgalanıyor. Kahkahalar, yükselen sesler ve her ne kadar kendimizi tutmaya çalışsak da geçmiş için dolup taşan gözlerimiz arasında 18 yaşımıza gidip geliyoruz. Hatta 18’iz o an, orada, ateşin başında, yıldızların altında ve gecenin içinde. 18’iz ama çoktan yarım yüzyılı devirmişiz. “Yapacak bir şey yok, zaman geçiyor işte, hem de hızlanarak” diye düşünüyorum. Maddenin hareketi ve zamanın geçişi… Yapacak bir şey yok buna. En başından beri böyle. Karşımda Umut’un yüzü aydınlanıyor. Sevimli, sıcak ve kardeşçe. Gülmesini özlemişim. Özlenen birçok şeyin yanı sıra. 

“Oğlum hatırlamıyor musunuz?” diyor Erkin, elindeki bira şişesini bizlere doğru savurarak. Dibinde az kalmış, onlar da damlalara bölünerek birer ateş böceği gibi parlıyorlar havada ve üstümüze yağıyorlar. Fen lisesi gecelerimizden birini anlatıyor Erkin, belki yüzüncü kez ama yüzüncü kezde de heyecanlanarak. Okulun bahçesindeki toprak sahada potaya bastığı smaçlar geliyor aklıma, basket topuyla adeta dans ederek çembere asılışı. Bir balet bile ancak o kadar zarif oynayabilirdi sanki o oyunu, o toprak sahada. Tüm ergen kabalığımızın içinde bir başka estetikti o smaçlar, Erkin’in Haldun’la birlikte sürüklediği maçlar. 

Gürleyen sesiyle “hatırlamıyor musunuz” diyor yeniden ama ben yüzüncü kez dinlesem de hatırlamıyorum Karadenizli müdür yardımcısının arabasını, arabasıyla Kütahyalı çocukları Ozan Arif konserine götürüşünü. Aklımdan başka ve karışık sahneler geçiyor. Evet, oradayım, Erkin’in kahkahalar içinde andığı ve bizimkilerin de hararetle eşlik ettiği her andayım ama zihnimde en küçük bir iz bile bulamıyorum bazılarına dair. Sanki orada öylece durmuşum ve kaydetmeksizin bakmışım hayata. O kadar…

“Hatırlamak,” diyorum kendi kendime, “seçerek unutmaktır”. Keşke başka şeyleri seçseymişim diye düşünüyorum. İster istemez bir burukluk doluyor içime, ağır, metal gibi, geri gelmeyecek ve mühürlü. Alevlerin kıpırtısı yüzümde gezinirken muhtemelen bir gölge dolanıyor suratımda, Haldun elini atıyor omzuma. “Daldın?…” diyor. Dalmış mıydım ki! O zamanlar da, lisede, üniversitede? Nereye, nerelere? Hangi zamana?

Ernur ateşe birkaç odun daha ekliyor. Ardımızda çadırlar ve daha ileride Hasanboğuldu’nun ışıkları… Tepelerdeyiz. Çok gülüp de sustuğumuz anlarda ağaçların hışırtısı ve ateşin çıtırtıları dolduruyor sessizliği. Belleğimin bazı yönlerle iyi olmadığını biliyorum. Onca yıldan sonra bunu anlamış olmanın buruk bilinciyle yaşıyorum artık. Ama yapacak bir şey yok, maddenin hareketi belleğimin hali. Bir tek lise, üniversite yıllarımdan değil tüm hayatımdan boşluklar var.

“Çok zıpırdın oğlum sen” diyor Ernur, Haldun’a. Yıllar geçmiş ama aralarındaki gerginlik halen havada hissedilebiliyor: öyle bariz bir tavır ya da açık, net bir söz olarak değil de kardeşlerin birbirine dinmeyen kırgınlığı gibi. Yıllar geçse de bir zamanlar aynı insana gönül vermiş olmanın, birbirini incitmiş olmanın ama yine de aynı arkadaş grubunun içinde kalmış olmanın karmaşık huzursuzluğu bu. Hepimiz biliyoruz ama birbirimize söylemiyoruz. En azından o gece…

Haldun gülümsüyor anımsadıklarına, bizim de anımsar gibi olduklarımıza. Olup biteni hatırlıyoruz belki, duyguları da… Ama her ikisinin içine yerleşmiş, her ikisinin de parçası haline gelmiş toy kırgınlığın tamamını bilmiyoruz. Bilemeyiz de… Aklımızda sonraki yıllara ait gözyaşları, ara sıra çıkagelen, o da yeterince sarhoşken dökülen, salya sümük ağlamalar var. Öyle hep beraber bir araya geldiğimizde değil de ikili buluşmalarda açılan türden. Ben ise sadece bazılarını hatırlıyorum, seçtiklerimi…

Bir süre sonra kendimizden sıkılıyoruz ki yaşımıza uygun konulara geçiyoruz. Yani, kaçınılmaz olarak, memleket meselelerine… Dedikodu yapmak, tesbih çekmek, tütün çiğnemek gibi oyalayıcı bir tadı olduğunu düşünüyorum bu tür konuların. Bir yanımızla Egeli ve Akdenizliyiz işte, bir yanımızla da Ortadoğulu… Büyük meseleleri konuşarak kendimizi de büyük yaşamaya çalışıyoruz küçük dünyalarımızda! Parti liderlerinden, başka ülkelerin yöneticilerinden arkadaşlarımız, akrabalarımız, hatta yakın tanıdıklarımız gibi bahsetmek hepimizi baştan çıkarıyor sanki. Bir canlanma, hararet oluyor konuşmalarda. 18 ile 50 arasında bir yaş aralığında geçişkenlik gösteriyor heyecanımız, küfürlerimiz ve geyiklerimiz. İddialar iddiaları izliyor, söylentiler söylentileri…

Dünyanın ve ülkenin halinden bahsederken Umut “Seyrettiniz mi şu Medusa’yı?” diye soruyor. Kıvanç “Yeni duydum, ben komple atlamışım bu mevzuyu!” diye Umut’a bakıyor. “Çifte vatandaşlık için mecburiyse bakayım” diye güldürüyor herkesi. Yıllar önce gittikleri Avrupa’dan vatandaşlık almışlar ve yasa gereği o zamanlar çıkmışlar buraların kayıtlarından her ikisi de. Yeni yasal düzenlemeyle de geri dönmeye karar vermişler. Gülüyoruz bu büyük geri dönüşe! İnsan neden çocukluğundan ve çocukluğunun ülkesinden kopamıyor ki? Türkiye’nin gizli çekiciliği diye düşünüyorum. Umut atlıyor, “Mecburi oğlum. Yedi bölüm, YouTube’da… Baya kişisel, politik tarihimiz gibi…” 

“Anam avradım olsun bir daha bırakmayacağım diye sert bir yemin prosedürü var ikinci kez alınan başvurularda beyler” diye hınzırca patlatıyor Erkin espriyi. Kişisel politik tarihimize göçler, yer arayışları, Avrupa vatandaşlığı da girmiş, teknoloji şirketlerinde üst düzey pozisyonlar ve ülkenin altını üstünü getirmek de! Bunları unutarak (ya da seçmişiz gibi yaparak) oturuyoruz ateşin başında, yıldızların altında… Bir türlü unutamadığımız yakınlarımızcasına andığımız isimler arasında bir anlığına Dereboyu’ndaki öğrenci evimize ışınlanıyorum zihnimde. Kıvanç’ın “ÇBS olmak zordur!” sözü çıkıp geliyor geçmişten. O zaman karşımdaki, uzun sarı saçlı nobranlığa şaşırdığımı hatırlıyorum. Evet, o parlak çocukları o dönem içinde düşününce ÇBS tanımlaması zor ve acıtıcı gelmişti bana! Şimdi ise karşımda gardını çoktan düşürmüş, o güzel saçları dökülmüş yakınlığa şaşırıyorum. Ah, hayat, diyorum… Ah!

Emrah’ın geceyi çınlatan kahkahaları arasında Erkin devam ediyor: “Bir süre Türklüğü bırakıp birden tekrar geri almak detoks gibi oluyormuş beyler; vücut, beyin süper temizleniyormuş diyorlar!” Emrah bir kahkaha daha patlatıyor, ateşin içinde yaş zeytin dalları da çatırdayarak patlıyor o an. Birer ateş böceği gibi havaya savruluyor uçuşan parçalar. Erkin, Umut’u ve Kıvanç’ı sıkıştırıyor. Ben ise ülke, dünya, geçmişle birlikte Dereboyu’ndayım. Yine bir gece vakti, hep beraber bodrum kattaki o evin bahçesindeyiz. Günler hareketli ve biz de sınavlara falan rağmen başka her şeyi erteleyen tartışmaların içindeyiz. Ve ben ÇBS kısaltmasını ilk kez duyuyorum o gece: Çizgisi Belirsiz Sosyalist. Hararetle tartışıyoruz ve şaşırıyorum bu tanımlamaya. Geç ergen havamız içinde birbirimizi ezen bir hor görme varmış gibi geliyor bana, her şeyi değersizleştiren… Anlayamıyorum o zaman neye bozulduğumu. Ama şimdi, şu ateş başında geri gelince o ev, o bahçe, biz ve mesela bir dakika karanlık için ışık açıp kapatmalarımız, anlıyorum neyin içime sinmediğini o gece: S olmak zaten yetiyormuş o zaman da bana. S olunca bir kere, çizgimiz de beliriyormuş gibi geliyormuş bana. Ama zaten birer çizgi de varmış hepimizin hayatında! İşte onu görememişim… Yapacak bir şey yok, bilinç de maddenin hareketi, hatırlamak da! Ancak şimdi şu ateşin başında geri çağırıyorum orada kalan aklımı, seçerek unuttuklarımı.

“Medusa’nın Salı, insanın yaşına yakışanı giymesidir” diyor Haldun. Hepsi izlemiş! Şaşırıyorum, belgeselin etkisine ve bizimkilerin dönüp bir şey sormayışına bana. Sormalılar mı? O da tartışmalı… “Hakikaten 50 hissettim arkadaş, izleyince… Ne yaşamışız, olaylar, olaylar…” diye ekliyor Umut. Susurluk’tan Gezi’ye kadar az çok beraber yaşamışız her dönemi. Dile kolay, 30 küsur yıl. Bir aradalığımızın nabzı yıllar içinde zayıflamış olsa da yüreklerimizin ritmi az çok aynı kalmış, biliyorum. Biliyorum da bizimkiler tam da gözümüzün önünde, Dereboyu’ndaki o evde, o uzun gece sohbetlerinde ya da aramızdaki belli belirsiz siyasi, düşünsel itişip kakışmalar sırasında etrafımızda olup biten onca şeyi yıllar sonra ilk kez duyuyor, ilk kez görüyor gibi izlemişler Medusa’nın Salı’nı! Flu bir film sahnesi ya da çok geçmişte kalmış silik bir anı gibi hatırlıyorlar o günleri. Bağlantılar zayıf, kifayetsiz. Belgesel hepsine iyi gelmiş, bir tür temize çekmişler geçmişi. Yeni bir deftere geçirmek gibi eski bir defterdeki hırpalanmış günleri… Hatırlamamalarına, yeni idrak etmelerine şaşırıyorum. Ama hepimizin bazı şeyleri seçerek unuttuğu geliyor aklıma…Hatırlamak böyle bir şey! Yapacak bir şey yok… Bazı şeylerin parçalı, kesintili olmasını engellemek mümkün olmuyor sanki. Kişisel ve politik tarihimiz de demek ki zihnim gibi… Delik deşik ve boşluklardan oluşuyor. Parçaları bir araya getiremeyince, bir bütünlük kuramayınca her şey eksik kalıyor.

Erkin elinde basket topu varmış da potaya doğru emin adımlarla yürüyormuşçasına bir kıvraklıkla atılıyor: “Erke dönergecine yer vermemişler, bence büyük falso!” Hepimiz gülüyoruz ama ben bunu da hatırlıyorum mesela, erke dönergecini! Onca şeyin içinden bunu da neden seçtiğimi bilmeyerek. Yerden aldığı irice taşı ilerideki çöp kutusuna atıyor, o eskimeyen zarif bilek hareketiyle Erkin. Basket! Yüzünde aynı muziplik. Ağzı hafif kayıyor gülmemeye çalışırken. Emrah “Oha abi!” diye bir kahkaha daha atıyor. Hepimiz gülüyoruz. 

Tam da ülkenin yeni bir kavşağa girdiği zamanlarda dağılmıştık Dereboyu’ndaki o evden. İki bitişik daire. Liseden yakın arkadaş, dost, üniversiteli altı genç. Herkesin kendi yoluna gitme ve büyüme zamanı gelmişti. Öyle de yapmıştık; yıllar içinde düğünlerde, tatillerde ve kısa ziyaretlerde buluşarak… ÇBS kalmamıştım ben de, zaten şimdi düşünüyorum da hiç ÇBS olmamıştım. Hayat hepimizin üstünden geçecekti, geçmiş de zaten.

Kahkahalar, burukluklar ve ara sıra dolan gözyaşlarımızla oturuyoruz. Yıldızların altındayız, serin bir gece uzanıyor içimize. Ara ara harlanan ateş yüzlerimizde dalgalanıyor. Seçerek unuttuklarımı düşünüyorum. Başka seçimler yapmak mümkün müydü? Sanırım mümkündü. Kendim için, bizim için ve tüm ülke için…Geçmişe, arkadaşlarıma ve seçerek unuttuklarımıza bakarken bunu anlıyorum.