Peki, kendimizin daha iyi bir versiyonu nerededir, nasıldır ve nasıl yaşanır, yaratılır, ortaya çıkarılır bu iyi? Kolay bir yanıtı yok bu sorunun. Kestirme her yanıt başka bir yere çıkıyor.
Tolga Binbay
Sinemasal kısmına bir şey diyemeyeceğim ama bir izleyici olarak öncelikle filmin pazarlama stratejisinin, parlatılmasının işe yaradığını söyleyebilirim: The Substance (Cevher, 2024) kendini izletiyor. İzletiyor çünkü artık bazı filmler, sosyal medya platformları üzerinden psiko-entelektüel bir dayatma (“kaçırmamalısın, eksik kalmamalısın, dışarıda kalmamalısın”) olarak da pazarlanıyor. Bu anlamda bu yılın “en çok ses getiren” filmi için bu stratejinin başarılı olduğunu, kendini izlettiğini ve filmi de kendi adıma müthiş değil ama izlenebilir bulduğumu söylemeliyim.
Film de aslında tam da bu başarılı pazarlama stratejisini işliyor: “Kendinizin daha iyi versiyonunu hayal ettiniz mi - daha genç, daha güzel, daha mükemmel?” diye sorarak. Diyebiliriz ki filmin bu temel mottosu aslında en başta filmi kaçırmayarak ve mutlaka izlenerek gerçekleşiyor. Ne de olsa bir doz botoks yaptırmak gibi artık ses getiren filmleri kaçırmamak, bir dizinin tüm sezonlarını bir hafta sonu eve kapanıp bitirmek… Kendimizin daha “iyi” bir versiyonu için hep vaat, hep vaat bunlar.
Filmin bu temel soruya, “hayal ettin mi/ister misin” sorusuna örtük bir yanıtı da var, hem de hınzırca: “İstersin… İstersin…” şeklinde. Peki bu baştan çıkarıcı yanıtın, davetin peşinden gidersek günümüz insanı, moda tabirle söylersek de etkileşime giren izleyici ne görmekte ve ne istemektedir? Sanırım film üzerinden en azından neyi, nasıl ister gibi olduğumuzu düşünebiliriz. Hele de vaat kendimizin daha iyi bir versiyonuysa! Genç, güzel ve mükemmel…
Ama önce bir çerçeve: “İd” terimi, Freud'un zihnin ilkel dürtüler, itkiler, rasyonel olmayan zihinsel uğraşlar, istek-korku kombinasyonları ve çeşitli fantezileri içeren kısmı için kullandığı bir terim. Zihnin bu temel bölmesi (ki insan doğduğunda neredeyse sadece bu zihinsel bölme vardır) sadece ve sadece anında tatmin arar ve tamamen “bencildir”, yani haz ilkesine göre çalışır; gerçeklik gündem dışıdır. Bu zihinsel süreç sözel becerinin gelişmesi öncesine dayanır ve kendini imgeler, sembollerle ifade eder. Ayrıca, zaman, ölümlülük, sınırlar veya zıtlıkların bir arada var olabilmesi gibi kavramlar yoktur burada. İşte film tam da buraya sesleniyor, tam da burayı işliyor; yani id’i. Özündeki, cevherindeki fikri güzel olan ama abartılmasa iyi olacak bir id filmi ile karşı karşıyayız.
Peki etkisi nereden geliyor? Biraz da halimizden… Günümüz toplumu bir yanıyla zaman-ötesi ve sınırsız bir arz ve hız ile sarmalanmış durumda değil mi? İd’e seslenen, orada yaşayan… Piyasanın iştahı bir tek bedenlerimizle yetinmiyor mesela, yani çalışan, üreten bir güç olarak yetmiyor beden; bir de bir pazara dönüşmesi gerekiyor bedenin. Son 30 yılda giderek artan “beden işleme pazarı” mesela ne anlatmaktadır: saç ekimi, çene gerdirme, botoks, dolgu? Güzellik merkezleri, detokslar vs. Tüm bunlar kendimizin “daha iyi bir versiyonu” için değil mi!?!
Tabii ki burada daha iyi ile hep “daha genç, pürüzsüz, mükemmel” olmanın, yani zaman ve kısıtlılıklar (sınırlar, imkânlar) ötesi olmanın vurgulandığını unutmamız lazım sanırım. Örneğin dinç ve genç kalmak için vurgulanan sporların da hep bireysel, kapalı alanda yapılacak (fitness merkezi) sporlar olması ve eğlenceye, keyifli vakit geçirmeye dayanan takım sporlarının, kolektif sporların, oyun oynamanın, eğlenmenin sumen altı edildiğini söyleyemez miyiz? Günümüzde, bu ilkel iştah (haz) için her beden, her zihin bir pazar, her an da bir performans anı olmalı.
Filme dönersek… Kendi “büyük, görkemli” kariyerinden başka bir şey inşa edememiş, aslında kendini de inşa edememiş bir Elisabeth var filmde. İnsansız, arkadaşsız, dostsuz, sevgilisiz. Bu anlamda filmin kesitine giren hayatında (ve de muhtemelen öncesinde) yapayalnızdır Elisabeth. Zaten film boyunca kendisi, iç dünyası, bedeni de dış dünya ile baş başadır; konuşabileceği, danışabileceği bir kişi bile yok gibidir. O ıssızlığın içinde dış gerçekliğin (piyasa, şov dünyası, menajerler, erkek patronlar, kadın tüketiciler vs.) gereklilikleri zihninde daha çok yankı bulur ve kendisinin daha “iyi” (genç, yeni ve mükemmel) bir versiyonu için harekete geçer. ‘Madde’yi, cevheri zerk eder içine!
Yine Freud’a dönersek benlik, yani ego insanın insan olma sürecinde yavaş yavaş id’in içinden gelişir ve ortaya çıkar. Hazlar ertelenir, zaman kabul edilir, gerçekliğe uyum sağlanır. Elisabeth ise zaman-dışı bir geçmişte kalmış gibidir; insan olma sürecinde bir yerlerde takılıp kalmıştır sanki. Evet, ün var, rekabet, piyasa baskısı var ama zihinsel olarak esas iş başında olan inkâr ve kabullenmeme gibidir. Yaşlanmak yeni ve keyif verici bir yaşam dönemi, deneyim değildir mesela; yaşlanmayı çağrıştıran en küçük işaret bile (hafif bir kırışıklık, bakanlarda artık arzu uyandıramamak) dehşet vericidir.
Elisabeth için her şey haz ilkesinde kalmak içindir. Tam da piyasanın buyurduğu gibi. Bir tür kabuk-ben içinde yaşar giderken kabuğunu yenileyebileceğini keşfeder. Ama bu kabuk-beden ya da kabuk-ben de içine geçici olarak sığınılan ama asla sahiplenilmeyen dilsiz bir mekân gibidir. Tam da yönetmenin tercihi olan beyaz ve boş banyo gibi. Tüm evin modern şatafatına rağmen doğumun ve değişimin (yenilenmenin) mekânı olan “düz” banyo sahiplenilemeyen bir boşluk gibidir. Yeni ben’in doğması, doğurulması değil de omurgadan çıkması, pörtlemesi de ortada bir yeniden doğuş, yenilenme değil de daha ilkel, daha arkaik bir ihtiyaç olduğunu anlatmak ister gibidir.
Bu arkaik zihinsel süreç, karşılaşılan her zorlukta sürekli bir yarılma üretir. Yarılma da filmde bir süre sonra Elisabeth ve Sue’nun birbirlerini kemirmeye başlamaları ile sembolize olur: Birinin ötekine yeri ve kabulü yoktur. Halbuki cevheri üreten firmanın buyruğu ise bellidir: “Sen ve o yok; tek bir sen var.” Kendinin daha iyi bir versiyonunu ararken de ortada ben de kalmaz: en sonunda elimizde amorf, şekilsiz bir var olma kalır. Film de uzatarak da olsa sonuna bu şekilsizliği gözümüze sokar. İnsan biçimi bile ortadan kalkar.
Peki, kendimizin daha iyi bir versiyonu nerededir, nasıldır ve nasıl yaşanır, yaratılır, ortaya çıkarılır bu iyi? Kolay bir yanıtı yok bu sorunun. Kestirme her yanıt başka bir yere çıkıyor. Emek, zaman, çaba, biraz daha sakince ve derinlikli düşünebilme gerektiriyor. Sahte olmamayı, sorumluluk almayı, ağlamayı, öfkelenmeyi… Ve gerektiğinde de kabullenmeyi, mücadele etmeyi, kavga etmeyi ve elbette gerektiği kadar da uzlaşmayı, uzaklaşmayı, beklemeyi. Ve de umut etmeyi.
Daha gerçek bir iyi versiyonumuz için. İnsanca ve de toplumca.
İyi yıllar…