Tarihsel Déjà Vu - II

Bir önceki yazıya başlarken artık faşizmi anlamadan kapitalizmi anlamanın imkânsız olduğu tespitini yapmıştık. Devamında ise içinde yaşadığımız çağın giderek iki savaş arası dönemi anımsattığını da vurgulamıştık (Cumhuriyet gazetesinde üstat Ergin Yıldızoğlu da aynı belirlemeyi yapmış, o da bir tür tarihsel deja vu tespit etmiş, Cumhuriyet, 13 Ağustos). Şimdi bu tezleri biraz daha detaylandırma vaktidir. 

Öncelikle bir teşhisle başlayalım. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden 1980’lerin başlarına kadar kapitalizmin ve emperyalizmin ulusal ve küresel yapılanması hem sağdan hem de soldan araştırmacıların kafasını fena halde karıştırmaktadır. Kapitalizmin çekingen ve pek de yeni fikirlere sahip olmayan reformatörü Keynes’in adına yazılan bu dönem kapitalizm için anomalidir (1936’da Keynes’in magnum opusu Genel Teori yayınlandığında kitap hakkında fikirleri sorulan Şikago okulunun gurusu sağcı iktisatçı Frank Knight “Keynes pek çok yeni ve pek çok doğru fikre sahip; ancak yeni olanlar doğru değil, doğru olanlar da yeni değil” cevabını vermiştir). Anomalidir, çünkü çok özgün ekonomik, tarihsel, toplumsal ve küresel şartların bileşimiyle ortaya çıktı. Bu nedenle tekrarlanamaz, sırf bu nedenle her kapitalist krizde Keynes’in ruhunu mezarından çağırmaya yönelik sol reformcu çağrılar nafile çabalardır. Başka bir ifadeyle, gayrı insani arzuları gemlenmiş, yola getirilmiş ve ehilleştirilmiş bir kapitalizmi tesis etmek artık nerdeyse imkânsızdır. Bugün yaşadığımız ve iki savaş arası dönemdeki deneyim aslında kapitalizmin öz gerçekliğidir; başkaca bir kapitalizm yoktur. Sadece ve sadece bu nedenle faşizmi anlamadan kapitalizmi anlamak mümkün değildir. 

Şu itiraz gelebilir; ama iki savaş arası dönemde sosyalist bir gerçeklik olarak SSCB var idi. Doğru SSCB varlığıyla Avrupa iç savaşında çok belirleyici bir unsura dönüştü ancak özellikle liberal burjuva demokrasileri İngiltere ve Fransa tarafından çabucak marjinalize edildi. Örnek olsun Nazi Almanya’nın I. Dünya Savaşı sonrası dünya ve Avrupa’nın siyasi statükosunu belirleyen temel anlaşmalar aleyhine doğuya doğru her saldırgan adımında düzenlenen ve aslında hiçbir sonuç üretmeyen uluslararası toplantıların hiçbirine SSCB çağrılmadı. Oysa Nazi Almanya sürekli olarak doğuya doğru ilerliyordu.  Başka bir örnek daha verilebilir. Naziler önce Avusturya’yı, sonra Slovakya’yı, sonra da Çek bölgesini egemenlik altına alınca Doğu Avrupa’da SSCB olmadan bir savunma hattı kurulamayacağı gerçeğini kabullenmek zorunda kalan Fransız hariciyesi, savaşı tetikleyecek Polonya işgalinin hemen öncesinde Moskova’ya bir heyet gönderdi. Anca bu oldukça ciddiyetten uzak bir adımdı. Çünkü yola çıkan heyet, durumun aciliyetinin tüm gerekleriyle dalga geçer şekilde, sanki uzaktaki yazlığa arabayla giden bir aile gibi her yerde uzun süreli molalar verdi. Stalin ve Sovyet hariciyesi gerekli dersi çabucak çıkarttı ve hala sosyalistlerin büyük bir bölümü için bir tür muamma ve trajedi olarak duran Molotov-Ribbentorp paktını imzaladı. Kısacası SSCB bu dönemde henüz yeni sosyalist cumhuriyeti tüm iç ve dış baskılara karşı ayakta tutma savaşı veren ve dış dünyadaki etkinliği çok sınırlı bir faktördü. 

İki savaş arası dönemde küresel kapitalizm sabit döviz kuru ve sermaye hareketleri serbestisi üzerine kuruluydu. Pratik kafalı iktisatçılar imkansız üçleme demektedir; eğer bu ikisi varsa kapitalist devletler bağımsız para politikası uygulayamıyorlar. Diğer bir deyişle piyasadaki para arzını belirleme yetisine sahip değiller. Bu ise altın standardına kıskanç bir şekilde bağlılıktan kaynaklanıyor. Ulusal para birimi belirli bir miktarda altını temsil etmektedir. Böylece devletler ellerindeki altın kadar para sürebilmekteydiler. Eğer altın miktarı artmıyorsa ve üretim artıyorsa sonuç mutlak deflasyon yani mutlak fiyat düşüşü anlamına gelmektedir. Her şeyin fiyatı eşit derecede düşerse kapitalistler açısından bir sorun yoktur. Ancak Marx’ın da teşhisiyle çok özel bir meta olan emek gücünün fiyatı herhangi bir malın fiyatına benzemez. Özellikle iki savaş arası dönemin özellikle başlarında giderek güçlenen komünist, sosyalist ve sendikalist hareketlerden dolayı böyle bir adımı atmaya çalışmak kuşkusuz yoğun bir sınıfsal çatışmayı göze almak anlamına gelecekti. Nitekim iki savaş arası iç savaşın önemli unsurlarından ikisi çok sayıda grev ve yükselen işçi militanlığı olacaktı. İki savaş arası dönem deflasyonist bir dönemdi ve deflasyon sermaye açısından enflasyona nazaran bir tür kâbus anlamına gelmekteydi. Ücretleri parasal olarak düşürme zorunluluğu ortaya çıkıyordu ve örgütlü işçi sınıfına bu almaşığı kabul ettirmek çok zordu. İrili ufaklı sermaye gruplarının en sağ seçeneklere yönelmesinin altında biraz da bu sıkışmışlık vardı. Ancak deflasyonist ekonomik baskının ilk elden muhatapları köylüler ve küçük üreticilerdi. Bu sınıfların ürettikleri malların fiyatları hem ulusal hem de küresel dalgalanmalara karşı oldukça hassastı. 1920’lerin büyük bir bölümü ve 1930’larda hem tarımsal ürünlerin hem de küçük üretime konu malların fiyatları tepe aşağı düştü. Bu sınıflar giderek aldıkları mallara sattıkları mallardan daha fazla ödemek zorunda kaldılar ve muazzam bir borç yükünün altına girdiler. Bu güvensizlik ve çaresizlik özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da bu sınıfları doğrudan faşistlerin kucağına itti. Örneğin Nazilerin oy oranlarını en çok yükselttikleri 1933 seçimlerine yönelik araştırmalar özelikle Güney ve Doğu Almanya’daki köylülerin silme Nazilere oy verdiklerini göstermektedir. Bu sınıflara yönelik gerici retorik istikrarsızlığın solcu ve hıyanet içindeki unsurlardan geldiği tezini sürekli işledi. “İstikrar” kavramının ve arayışının faşizmin gözde silahı haline gelmesi bu süreçte gerçekleşti. 

Devamı gelecek yazıda…..