Neden Moğol istilası diğer Asyalı istilalardan daha derin bir iz bıraktı? Yarattığı korku mu? Yarattığı yıkım ve travma mı? Diğerlerinden daha kalıcı izler bırakması mı?
Moğollar: Yıkımın atlıları - Prelüd
Serdal Bahçe
Asya yeryüzündeki kara parçalarının üçte birini oluşturur. Heyula gibidir. Nüfusun ise neredeyse % 60’ına ev sahipliği yapar. Her zaman böyleydi. En azından kadim kayıtlar öyle diyor. İlginç olan kıta büyük bir bölümü itibarıyla bu kadar büyük bir insan kitlesini beslemeye hiçbir zaman muktedir olmadı. Coğrafyacılara göre kıta beş büyük parçadan oluşur: Stepler/tundralar, çöller, yüksek platolar, heybetli sıradağlar ve nehirlerin beslediği verimli vadiler. Sonuncusu aslında tüm yüz ölçümünün çok ama çok küçük bir bölümünü oluşturur. Stepler en büyüğüdür; Sibirya’dan Orta ve Doğu Asya’ya, oradan Ural Dağları’na kadar binlerce kilometre uzanırlar. Büyük bir bölümü Sibirya’nın dondurucu soğuğunun da etkisiyle buzlar altındadır. Geri kalanı ise kışın sıcaklığın – 15 ile -35 derece arasında oynadığı, yazın ise kurak ve verimsiz, sessiz bir derinliktir. Burası atlıların, yıkımın atlılarının sislerin içinde saklandığı ve aniden saldırdıktan sonra geri döndükleri bir Araf gibidir. Halklar, diller, kültürler için bir öğütme makinasıdır stepler. Karıştırarak yok eder stepler.
Yüksek platolar ise hem ulaşılması hem de terk etmesi zor büyük düzlüklerdir, bir tür uygarlıklar masasıdır her biri. Tibet Platosu, Dekkan Platosu, Moğolistan Platosu, yüksek İran Platosu. Platolar hem güvenli barınma merkezleridir, hem de aç yırtıcıları kendisine çeken tuzaklardır. Yüksek İran Platosuna giren Moğollar ve Türkler hem kan akıttılar hem de orada kaybolup gittiler. Hindistan’daki Dekkan ise Akhunları, İskitleri, Afganları, Türkleri, Moğolları, ve hatta Makedon İskender’i kendi inine çekti, onları görünüşte hâkim kıldı ancak yavaş yavaş öğüttü onları.
Ve çöller, aşılmaz, ıssız gibi görünürler, ancak kalbi besleyen gizli damarlar gibi işlerler. Büyük Gobi, onun yanında daha küçük Taklamakan, şimdiki Türkmenistan’daki Karakum, Özbekistan’daki Kızılkum, ve pek tabii ki Büyük Arabistan çölü. Çöl yerleşimcilerin ve atlıların değil, develi tüccarların mekânı oldu. Asya hem ticaret hem de yağma demekti. Stepler atın, çöller hörgüçlü devenin mekânı olageldiler. Çöller ölüm kisvesi altında akıcı bir yaşam anlamına geldi her zaman.
Ve sıradağlar; Tienşan, Altay, Karakurum, Kafkas, Zagros, Pamir, Hindikuş ve yeryüzünün gökyüzüne doğru yönelttiği en büyük yumruk; Himalayalar. Her kıtanın sıradağları vardır. Ancak Asya’nınkiler heybetli ve gigantiktir, uzunlukları havsalayı, yükseklikleri tahayyülü zorlar. Asya’da sıradağlar, başka yerlerdeki sıradağlar gibi doğal engeller değildir sadece; onlar aynı zamanda meydan okumadır. Sadece yaklaşanlara, aşmak isteyenlere karşı değildir meydan okuma, onlara uzaktan bakanlara da meydan okurlar. Böylece Asya’da akan insan seli, tüccarlar, yıkımın atlıları, düzenli ordular, kaşifler, misyonerler, onları aşmaya çalışmak yerine uzaktan seğirtmeye çalışırlar.
Ve vadiler; ve vadileri besleyen nehirler. Bir tür jeo-materyalist sapkınlığa düşmeyelim deriz ama “Asya’nın tarihine hangisinin katkısı daha büyüktü; insanların mı, nehirlerin mi?” diye sormaktan da kendimizi alamayız. Asya’da verim ve yaşam, ortada merkezde değildir; orası ürkütücü sisli steplerin, platoların ve çöllerin egemenlik alanıdır. Verim ve yaşam Asya’nın çevresinden fışkırmış çıkıntılardadır; Hint alt kıtası, Anadolu, Hindiçin. Ve nehirlerin sarmaladığı vadilerdedir yaşam. Avrupa’nın, Afrika’nın ve Amerika’nın nehirleri yalnızdır, tek başlarına akarlar. Nil, Amazon, Ren, Tuna, Mississippi ebedi yalnızlıklarını kabullenmiş bir şekilde akarlar. Oysa toprakları verimsiz ve çorak, ve yalnızlık hissine kapılmanızı sağlayacak kadar sessiz Asya en azından nehirlerinin yalnızlığına son vermiştir ortaya çıktığı anda. Asya’nın nehirleri çoğunlukla eşleriyle birlikte akarlar ezelden beri. Fırat (Euphrates) ve Dicle (Tigris); Amu Derya (Oxus, Ceyhun) ve Sir Derya (Jaxartes, Seyhun); İndus ve Ganj; heybetli Yangtze ve Sarı Nehir. Birbirlerine kavuşamazlar, ve hatta bazen uzaklaşırlar, ama birbirlerine duydukları ebedi özlem arlarında yaşamın fışkırmasını sağlar. Fırat ve Dicle’nin aşkı Mezopotamya’yı, Amu Derya ile Sir Derya’nın zamanın başından bu yana bitmeyen dansları Maveraünnehir’i, İndus ile Ganj arasında sanki küsmüşlercesine denize doğru büyüyen açıklık Hint alt kıtasını, ve Yangtze ile Sarı Nehir arasındaki gerilimli ölümsüz çekişme verimli Doğu Çin’i yarattı. Ölümsüz nehirlerin ezeli konumlanışlarından ve ebedi çekişmelerinden insanlığın en büyük uygarlıkları doğdu. Asya bir beşik oldu, zenginliği de yıkımı da yarattı. Uysallığı ve vahşi bir açlığı yarattı. Verimli vadiler ve stepler arasındaki tarihsel gerilim donukluğu değil, akışı ve hareketi yarattı. Sadece saldırıyı değil, savunmayı da yarattı. Sadece ölümü değil, yaşamı da yarattı. Avrupa asri zamanlarda moda, daha ihtişamlı; olsun varsın, ama Asya ölümsüzüdür.
Steplerden sökün eden aç akıncılar, hayallerini süsleyen zenginliklere, kendilerinin olmayan, kendilerinin üretmediği zenginliğe el koymak için öngörülmeyecek bir şekilde çıktılar sisli steplerden, nehir yollarından, sıradağların etrafından sızdılar yaşamın olduğu yerlere; üretimin, tarımın olduğu, parlak ve gösterişli, ama aslında bir o kadar da hakkaniyetsiz ve çürümüş uygarlıkların tepesine çöktüler. Kimler gelmedi ki steplerden yüksek platolardan? Avrupa’yı saran sarmalayan ve her yanına kendi damgasını vuran Hint-Avrupalılar (gerçekten var mıydılar?) o sisli steplerden geldiler. Germenler, Slavlar, Alanlar, İskitler, Hunlar, Avarlar, Macarlar, Bulgarlar, Türkler, Peçenekler ve yıkımın atlıları Moğollar Uralları aştılar, ve adını Zeus’un kaçırarak iğfal ettiği (ki ne ilk ne de sonuncu herzeydi bu yediği) zavallı Europa’dan alan kıtayı yıktılar ve yeniden yarattılar. İktisatçı Schumpeter’e borçluyuz “yaratıcı yıkım” kavramını. Büyük bir hınçla yıktılar, yok ettiler; ancak yıktıkları öyle büyük bir boşluk yarattı ki, onu kendilerinden de hallice bir şeyler katarak yeniden yaratmak zorunda kaldılar. Yıktıklarına öykündükçe kendileri olmaktan çıktılar. Germenler Latinleşti, Slavlar Germenleşti, Hunlar ve Bulgarlar Slavlaştı, Türkler Rumileşti ve İranileşti, Moğollar ise hızla Türkleşti. Asya’dan kopup geldiler. Kimini arkadan kovaladılar, kimi ise Asya’da gidecek, ele geçirecek başka yeri kalmadığı için sökün etti Avrupa’nın içlerine. Asya kustu, onun kustuklarını Avrupa yuttu.
Asya, genç Avrupa’yı hem ürküttü hem de büyüledi. Asya hem korkunç bir bilinmezlik hem de efsanevi bir El Dorado idi bir vakitler Avrupa için. İpek Yolu hem ipekli hem de baharat getirdi, ama sadece bunları getirmedi. Mistik ve cezbedici zenginlik hikâyelerini de taşıdı kervanlar. Ailesiyle Kubilay’ın sarayına seyahat eden Marco Polo sadece zenginliği değil, daha zengin olan kıtanın gizemini de arıyordu. İktisat tarihçileri şahitlik ediyor, 1500 yılında kadar Asya zengin, Avrupa fukaraydı. Asya’nın verebileceği pek çok şeye karşı Avrupa’nın verebileceği pek az şey vardı. Başka bir ifadeyle Asya metropol, Avrupa ise varoştu; Asya merkez, Avrupa ize güdük bir periferiydi. Ama kapitalizm, ah işte kapitalizm…
Zengin ama tehlikeli bir kıtaydı. Uzak değildi, insanların yaşadığı diğer tüm kıtalara değiyordu bir tarafıyla. Urallar ve Kafkas Dağları, ve Marmara Denizi onu Avrupa’dan ayırıyordu, ama kesinlikle uzakta tutamıyordu. Sina yarımadası onu Afrika ile komşu yapıyordu, ama onu öteleyemiyordu. Danimarka doğumlu ama Rus uyruklu bahtsız denizci Vitus Bering’in keşfettiği dar boğaz (topu topu 80 km genişliğe sahip), kendi adıyla anılan Bering Boğazı onun Amerika’nın dibinde bitivermesini sağlıyordu. Endonezya ve Filipinler üzerinden Avustralya’nın ensesinde nefesini hissettiriyordu. Kısacası eğer içinde bir öfke, bir patlama vuku bulursa, hepsine birden kusabiliyordu içindekileri. Ancak bu kusma işleminden en fazla zarar gören genellikle Asya ile arasındaki sınır kolayca geçilebildiği için Avrupa oluyordu. Bu nedenle Avrupalı tutucu tarihçilere göre Asya Avrupa’nın anti-teziydi; daha kültüralist bir bakış açısına sahip olanlara göreyse Avrupa, Asya’nın alter egosuydu. Hangisi doğru?
Tarih Asya’dan korkan sağcı tutucu tarihçileri haklı çıkarmasa da korkularını tetikleyecek olgular sunmaktaydı kuşkusuz. 452’de Roma’nın kapılarında Attila’ya Roma’ya dokunmaması için yalvaran papa Büyük Leo’nun içine düştüğü alçaltıcı durum herhalde Greko-Romen Hristiyan dünyasının hafızasına kazınmıştı. 711’de adını verdiği Cebelitarık’ın kayalık kıyılarına büyük bir orduyla ayak basan Tarık bin Ziyad ancak 21 yıl sonra Poitiers’te Çekiç Charles (Charles Martel) tarafından durdurulabilecek bir fırtına yaratmıştı. Ya Çekiç Charles onları durduramasaydı Araplar nereye kadar giderlerdi acaba? Şarlman’ın kutsal imparatorluğu Asya’nın içlerinden kopup gelen Macarlarla uzunca süre kıyasıya mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bizans İmparatorluğu Asya’dan gelen Avarlar, Peçenekler, Selçuklu Türkleri ile yıpratıcı ve tüketici savaşlar vermişti. 1396’da Osmanlı sultanı Bayezid (Yıldırım olan) mini bir dünya savaşı olarak kabul edilebilecek Niğbolu’da bileşik Avrupa ordusunu yenince korku yeniden hortlamıştı. Bayezid mi? Osmanlı tahtındaki en atak, en pervasız padişah olabilir. Öne doğru saldırmaya hazırlanırken arkadan hançerlendi, başka bir Asyalı, aksak Timur tarafından yenilerek dizginlendi. Onun torununun oğlu Mehmet (Fatih olan, aslında büyük dedesinin nerdeyse bir benzeriydi, sadece ona göre daha ihtiyatlıydı) zaten ahı gitmiş vahı kalmış Bizans’a son darbeyi vurdu, Konstantinopolis, İstanbul düştü. Düşmeden önce gerici bir nifak yuvası olmuştu zaten (İstanbul’un tarihinde ilericilik değil, gericilik vardı her daim). Avrupa’daki etkisi çok büyük oldu. Asya’nın son büyük çıkışlarından birisiydi bu. Sağcı tutucu Avrupalı tarihçiler, ve güya sosyalist anti Sovyetik Avrupalılar için Kızılordu’nun Moskova’nın varoşlarından başlayarak, Nazileri süpürerek Berlin’in bile batısına, Almanya’nın kalbine ilerlemesi de Asya’nın en son büyük çıkışıydı.
Ancak onları ve hatta Arapları, İranlıları, Türkleri, Çinlileri ve Hintlileri en çok ürküten ve beşeri hafızada en büyük hasarı bırakan Moğolların gelişiydi. Bu yazı dizisinin başlığına ilham kaynağı olan James Chambers’ın bir dönem ünlü olan kitabının adına (Şeytan’ın Atlıları – Devil’s Horsemen) göre Asya’nın sisli steplerinden aniden kopup gelen bu fırtına şeytanın atlılarıydı. Neden Moğol istilası diğer Asyalı istilalardan daha derin bir iz bıraktı? Yarattığı korku mu? Yarattığı yıkım ve travma mı? Diğerlerinden daha kalıcı izler bırakması mı? Bugün sıradan birinin haritada yerlerini bile gösteremeyeceği Ordos’tan, Kerülen Irmağı’ndan başlayan bu fırtınanın askeri olarak çok uzunca bir süre hiç yenilmemesi mi? Önüne gelen her şeyi yerle bir etmesi mi? Din, dil, ırk fark etmeksizin tüm toplumları en küçük hücresine kadar sarsması mı? Belki de hepsi birden.
Moğolistan Asya’daki en az yaşanılası yerlerden biridir. Dağlarla çevrili bu plato kışın çok soğuk, yazın ise nem azlığından dolayı kuraktır. Moğol İmparatorluğu tarihçisi Timothy May Cengiz’in yeryüzüne ayak bastığı 12. ve 13. yüzyıllarda tahminen daha nemli olduğunu belirtiyor. Toprak ve iklim tarıma uygun değildi. Tarım yok ise kentleşme yoktu. Cengiz’in çağında hayvancılıkla geçinen göçer kabilelerden oluşan oldukça geri bir toplumsal düzeye sahipti. Kabileler etrafında örgütlenmiş ve kan bağlarıyla bağlanmış toplum açlık ile kıt kanaat yaşama arasındaki sınırı belirleyen ince, kopmaya hazır bir ip üzerinde yürümekteydi çoğunlukla. Bir tür ilkel kabile feodalizmi hâkimdi ancak artık yok denecek kadar az olduğundan han ve nökerleri (hanın has adamları), ve diğerleri arasındaki materyal refah farklılıkları gözle görülemeyecek kadardı. Kan davaları, yağmalar, baskınlar, hayvan ve kadınların gasp edilmesi vaka-i normaldendi. Kısacası ölüm sıradandı, elinde orağı uzaklarda değil, yakınlarda dolaşmaktaydı. Cengiz, Timuçin olarak doğmuştu, istisna değildi; büyük han olana kadar ölümle birlikte gezdi, ölümle birlikte yürüdü, onunla büyüdü. Daha dokuz yaşında boynuna uzunca bir süre takacağı ağır tahta bir boyunduruk vuruldu, esir edenler istediklerinde kolayca öldürebilirlerdi. Boyundurukla her an ölümü bekleyen bu küçük çocuğun başlattığı kasırga bundan 70 yıl sonra Avrupa’nın doğu sınırlarına ulaşacaktı. Boyunduruktan 70 yıl sonra Moğol orduları hem Macaristan’ı hem de Polonya’yı ele geçirecekti. Cengiz’in efsanevi doğum yeri Burhan Haldun Dağı’ndan Polonya’ya yaklaşık 5000 km, ve Macaristan’a ise yaklaşık 6000 km vardı. 70 yıl içinde bu kasırga 6000 km’yi kat etti, Asya’nın en doğusundan Doğu Avrupa’ya kadar yoluna çıkan her şeyi süpürdü. Nasıl ve neden?
Devamı sonraya…