Latin Amerika, aşk ve motosiklet günlükleri

9 yaşındaydım, ne olduğunu pek anlayamayacak yaştaydım. Herkes uyurken sabah 04:00’te başlamıştı. Galiba Türkiye’yi hazırlıksız yakalamak, uykuda kıstırmak için o saati seçmişlerdi. Adıyaman’da o mevsimde bile pek yağmur yağmazdı ancak o gün havanın kapalı olduğunu hatırlıyorum. Evlerin çoğunda telefon yoktu galiba, annemle babam arkadaşlarının ve komşularının başlarına neler geldiğini öğrenmek için çırpınıyorlardı. Kardeşimle beni unutmuşlardı. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Sokaklar hem asker hem de polis araçlarının hakimiyetine terk edilmişti. Sokakların kesiştiği dört yol ağızlarında yeşil renkli minibüsler ve otobüsler yığılmıştı. Sokaklara dalıp, evleri basıyorlar ve topladıklarını minibüslerle otobüslere dolduruyorlardı. Yakaladıklarını ite kaka getiriyorlardı, getirirken yaşına ve cinsiyetine, milliyetine ve mezhebine bakmadan döve döve minibüslere bindiriyorlardı. En azından bu konuda oldukça eşitlikçi davranıyorlardı. İnsanların camlardan seyretmesine ise aldırmıyorlar ve insanların önünde başka insanları darp etmekten utanmıyorlardı.

Sokağa çıkma yasağı vardı ancak çocuklar her zamanki gibi her türlü yasaktan azade özgür bir şekilde sokaklara çıkıyordu. Biz de çıktık. Sokaklar o gün sadece askerlere, polislere ve çocuklara aitti. Bazen akıllarına esiyor ve çocukları kovalıyorlardı ancak çocuk bir kere gerilese bile sürekli ileri giden bir yaratıktı; bilmiyorlardı. Bazı evlerin bacalarından duman çıkıyordu. O yıllarda evlerde kombiler ve merkezi ısıtma sitemleri yoktu, ya da en azından biz fukaraların yaşadığı mahallelerde yoktu. Haftada bir ya da iki kez banyo kazanı yakılır ve banyo yapılırdı. Dolayısı ile o mevsimde dahi bazı bacalardan duman çıkması garipsenecek bir durum değildi. Garip olan duman çıkan baca sayısının çok ama çok fazla olmasıydı. Bir polis minibüsünün yanında oynuyorduk, dün gibi hatırlıyorum elinde telsiz olanı diğerine “Yasaklı yayın yakıyor kavatlar, söyle bacasından duman çıkan evleri bassınlar” dedi. Diğeri de biraz uzakta evlerin kapı numaralarına bakmakta olan gruba çabuk olmalarını yüksek bir sesle emretti. Evet, pek çok evde solcu yayınlar yakılıyordu. 12 Eylül ve takip eden günlerde bu ülkede pek çok kitap ve dergi yakıldı. Üstelik yakan da faşist darbeciler değildi. İnsanlar can havliyle başlarına bir şey gelmesin diye otosansür uygulamışlardı. 

Yakma işini basılan evlerden, kapatılan derneklerden ve sendikalardan el koyduğu kitapları topluca yakarak faşist cunta daha sonra devam ettirdi. Böylece bu ülkenin ve halkının en çok okuduğu dönemin basılı kanıtları yavaş yavaş yok edildi. Çok azı sağ kaldı ve yıllar sonra sahafların raflarında yeniden ortaya çıktı. Bazıları sonraki yıllarda yeniden basıldı ancak bu şansa hepsi sahip olamadı. Faşist cuntalar bedenlere işkence ederler, bedenleri ve toplumsal örgütlenmeyi yok ederler. Bunlar doğru; ancak en çok hafızayı kazımak isterler. Hafızayı kazımak ve yeni bir hafıza kurmak; geçmişi olmayan ve güdük bir hafıza hem de…

Yakılmaktan ve yok edilmekten kurtulan bazılarını yıllar sonra sahaflarda buldum, bazılarını ise sadece çocukluğumdan şöyle böyle hatırlıyorum.  Şimdi elimde bir tanesini tutuyorum. Ant yayınları 1969 yılında basmış, üstelik üstat Cemal Süreyya çevirmiş. Kitabın adı Douglas Bravo Konuşuyor. Kitap Amerikalı gazetecilerin Falcon Dağları’nda Milli Kurtuluş Cephesi (FLN) lideri Douglas Bravo ile yaptıkları röportajı, Bravo’nun Venezuela Komünist Partisi’ne yönelik bir mektubunu ve ünlü bir bildiriyi kapsamaktadır. 1932 doğumlu Bravo hâlâ hayatta ve hâlâ aktif siyasetin içindedir. Bolivarcı Devrim’in en büyük destekçilerinden birisidir ve hatta, anlatılacak, neredeyse fikir babasıdır. Çok genç yaşta Venezuela Komünist Partisi’ne katıldı. Doğduğu bölgede petrol işçileri içinde sendikal mücadeleyi örgütlerken ilk kez tutuklandı. 1958 yılında Amerikan emperyalizmin kuklası olan diktatör Perez Jimenez’i deviren askeri darbeye aktif olarak katıldı. Jimenez’in yerine başa geçirilen Romulo Betancourt’a karşı silahlı mücadeleyi seçti, ve Komünist Parti’den ayrı düştü. Milli Kurtuluş Cephesi’nin liderliğine geçen Bravo uzunca yıllar mücadele ettikten sonra 1980’lerin başında yasal parti mücadelesi yürütmeye başladı. Venezuela Devrim Partisi’ni kurdu. Strateji değişikliğine gitti ve ordu içindeki ilerici solcu subaylarla bağlantı kurdu. Partisine çektiği subaylardan biriydi Hugo Chavez. 

Douglas Bravo, Carlos Marighella, Hugo Blanco, Castro, Maretegui, Sandino ve diğerleri, ve Che, her yerde her zaman Che… Hiç düşündünüz mü memleketimin solcusu, hatta cümle alemin devrimcisi ve solcusu her zaman galip gelemeyen, ancak yenildiğinde bile yiğitçe ve güzel yenilen, her zaman doğruyu yapmayan, ancak yanlış yaptığında bile onu yiğitçe yapan, yaptığını gizlemeyen bu deli dolu kıtaya neden bitmeyen bir aşkla bağlıdır? Latin Amerika neden hep aşktır, her zaman isyandır, her daim motosiklet günlükleridir ve her vakit ilhamdır, umuttur? Gerçekten neden? Büyük Ekim Devrimi ve Büyük Çin Devrimi mi; her ikisi de sosyalistlerin onurunu ve özgüvenlerini okşar, galip gelme inançlarını güçlendirirler. Ancak biz yine de Latin Amerika’nın yenilmiş isyanlarında düşmüş kahramanlara aşığız, gerçekten neden? Masal kahramanı gibi algılandıkları için mi? Yürek akıldan daha öndedir de onun için mi? Birleşmiş Milletler ’in 19. Zirvesi’ne sırtında üniformasıyla Küba delegesi olarak katılan Che’nin emperyalist ülke delegelerinin suratlarına tokat gibi patlayan ve aşağıda bir bölümü verilen konuşmasından dolayı mı acaba?  

Bu büyük insan kitlesi artık 'Yeter' demiş ve yürüyüşüne başlamıştır. Ve bu dev yürüyüşleri daha önce uğruna birden fazla kez öldükleri gerçek bağımsızlığa ulaşana kadar durdurulamayacaktır. Ancak bugün ölenler Domuzlar Körfezi’nde ölen Kübalılar gibi ölecektir. Onlar kendi gerçek ve asla teslim olmayacak bağımsızlıkları için ölecekler.” (Kaynak: Evrensel 11 Aralık 2018). 

Sahi neden seviyoruz, neden aşığız Latin Amerika’ya? 

11 Eylül 1973’te faşist Pinochet Amerikan emperyalizminin ve onun istihbarat örgütlerinin desteğiyle Şili’de solcu Unidad Popular hükümetini devirdi. Faşist darbenin arkasında CIA’den, Amerikan şirketlerinden ve hâlâ bazı uluslararası ilişkiler uzmanlarının yüzsüzce entelektüel hariciyeci olarak niteledikleri Henry Kissinger’dan oluşan güçlü ve zengin bir koalisyon vardı. Ülkenin burjuvası, toprak sahibi, papazı ve sağcısı (örneğin Allende’den önce hükümet eden Eduardo Frei) aylardır çok da gizli olmayan, çirkin ve rezil bir komployu örgütlemekteydi. Unidad Popular Hükümeti de bunu biliyordu. Biliyor olacak ki darbeden bir gün önce hükümet ve onu destekleyen unsurlar bir toplantı yaptılar. Cephenin bir bölümü gelmekte olan faşist darbeye karşı halkın silahlandırılmasını istedi. Diğer taraftan Allende’nin önderliğindeki diğer grup (ki Şili Komünist Partisi bu gruptaydı) her şeye rağmen yasallık içinde askeri kuvvetlerle bir uzlaşının kurulabileceğini savundular. Anlaşılan ikinci görüş kabul gördü. Akıl 11 Eylül’deki sonuca bakarak 10 Eylül toplantısında çıkan sonucun Allende’nin adına yazılması gereken vahim bir hata olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyleyecektir. Doğru, büyük bir hataydı ve Şili halkı 1990’a kadar bu hatanın kefaretini canıyla ve emeğiyle ödedi. Ancak bu hatanın altına imza atan Allende ertesi gün başkanlık sarayı La Moneda’nın balkonunda faşist darbeye karşı savaşırken öldürüldü. Hükümet başkanı idi, bir yabancı elçiliğe sığınabilirdi, gizlice yurt dışına kaçabilir ve orada saygı görüp fırtınalı günlerinin anılarını yazabilir, ve hatta yekünüyle para kazanabilirdi. Yapmadı, kaçmadı. Kaçmak yerine önce hâlâ hükümetin elinde olan radyodan Şilili emekçilere yönelik bir konuşma yaptı ve onlara dirayetli olmaları gerektiğini ve güzel günlerin sanılandan yakın olduğunu ilan etti. Sonra (rivayet doğru ise) Castro’nun hediye ettiği AK 47’yi eline aldı, öleceğini bilerek başkanlık sarayının balkonuna çıktı ve Şili halkı uğruna savaşırken can verdi. Hakikaten Latin Amerika’yı neden seviyoruz? Çünkü bu ancak Latin Amerika’da olabilir herhalde. Sadece Latin Amerika’da Allende olunur ve sadece Latin Amerika’da Allende gibi ölünür. Stratejik ve siyasal olarak Allende’yi eleştirelim hadi, akıl bunu gerektiriyor. Peki ama ya bu yürek…Latin Amerika’ya neden aşığız? 

Eduardo Frei ise partisinin bilcümle üyesi gibi uzunca bir süredir burjuvazinin kutlu yolundan çıkmış gibi görünen ülkede darbe istiyor ve darbeyi arzuluyordu. Bir soru sormanın yeridir: burjuvazinin politikasını yürütenler varoluş koşulları olan burjuva demokrasisine ne kadar bağlıdırlar? Örneğin dönemin basılı matbuatından, basılan anılardan ve günlüklerden edindiğimiz izlenime göre 12 Eylül faşizminin avdet etmesinden önceki dönemde memleketimizin burjuva partileri; AP’sinden CHP’sine kadar hepsi, artık yönetilemez olan ve iç savaşı yaşayan ülkemizde yönetim krizinin bir olağanüstü yönetim ile aşılabileceği konusunda hemfikir hale gelmiş durumdaydılar. Kendileri yönetemiyorlar ve başkasının gelip demir yumrukla yönetmesini arzu ediyorlardı. Burjuva politikacısının burjuva demokrasisine bağlılığı yoktur; yeri geldiğinde beka gereği onun yok edilmesine destek olmaktan geri kalmaz. 

Nitekim Eduardo Frei de uzunca bir süredir ordu ile aşık atmakta ve açık açık orduyu askeri müdahaleye çağırmaktaydı. Üstelik darbe öncesi dönemde onun Hristiyan Demokrat partisi senatoda çoğunluğa sahipti ve o da senato başkanıydı. Bu dönemde senatodaki çoğunluğu Unidad Popular hükümetinin anti-emperyalist ve emekçi yanlısı adımlarını baltalamak için kullanmıştı. Kısacası Unidad Popular hükümeti ve Allende “topal ördek” idiler. İşte bu Frei faşist cunta ülke sathında tam kontrolü sağlayınca senato başkanı olması sıfatıyla kendisine tahsis edilmiş araca binerek darbenin karargâhına gitti. Darbenin faşist kodamanlarına hizmetlerini sunmaya hazır olduğunu beyan etti. Beklemediği bir tepki gördü. Ona artık hizmetlerine ihtiyaç kalmadığını kabaca tevdi ettiler. Yetmedi. Artık bir senato olmadığına göre o da başkan değildi. Arabasına ve şoförüne el koydular. Frei muhtemelen evine yürüyerek döndü. Sadece makam arabasından ve şoföründen oldu. Diğer taraftan 30 bin Şilili ilerici ve sosyalist ise hayatından oldu. 

[Not: Frei 1982’de vefat etti. Oğlu Eduardo Frei Ruiz Tagle 1994 ile 2000 arasında Şili devlet başkanlığı yaptı. Onun döneminde birden ortaya baba Frei’nin ölümünün Pinochet’in istihbarat örgütü eliyle işlenmiş bir cinayet olduğu iddiaları ortaya atıldı. Baba Frei’nin cesedine yapılan otopside toksinlere rastlandı. Böylece Frei’nin de hizmetlerini sunmak istediği faşist cunta tarafından öldürüldüğü ortaya çıktı.] 

Venceremos!