Şule’nin örtüsü

Türban, kumaştan yapılmış, doğrudan başa veya bir iç şapkanın üzerine -fes veya kavuk- sarılan uzun başörtüsü anlamına geliyor. Sözlük anlamı böyle. Fes ve kavuk da içinde olduğuna göre, demek ki türban derken sadece kadınların taktığı bir başörtüsünü kastetmiyoruz. Tam tersine türbandan söz ettiğimizde, akla ilk gelmesi gereken erkeklerdir. Türban, fes veya kavuk üzerine sarıldığında “sarık” oluyor. “Türbanla sarılmış” anlamındadır. Yalnız, sarık artık marjinalleşti, Müslüman erkeklerimiz genellikle tercih etmiyor. “Aczmendi” türü küçük cemaatlerde hâlâ sarık türban var. Erkekler içini de dışını da takmayabiliyor, yalnız kadınların takmasının dini gereklilik olduğunu söylüyorlar. Fessiz ve kavuksuz, içi boş türbana böylece ulaşmış oluyoruz.

Fesin ve kavuğun yerine başka aparatlar icat oldu, türban kafanın gerisine doğru uzadı, genişledi. İçini, bir şekilde doldurdular. Pek çok biçimi var. “Tüplü televizyon” - islamcı kadın ve erkekler arasında çok tartışılmış bir tanımlama- şeklinde bağlayanlara rastlanıyor. Bu durumda “tüpün” üzerine bir de güneş gözlüğü eklemek gerekiyor. Yaygın biçimi başın etrafını saran türbanı boyunda bağlayarak kafayı şişirilmiş balon biçimine büründürme şeklinde. 40-50 yıllık bir geçmişi var hepsinin. Demek ki “bidat”tır. Bu tarza “Şulebaş” veya “Şule”si atılmış haliyle “Sıkmabaş” diyoruz ki, tamamıyla bir Şule Yüksel Şenler modasına işaret ediyor.

“İslam coğrafyasında” başka örnekleri var. “Kefiye”yi Arap erkekler giyiyor, bir çeşit türbandır. İlk Müslümanlar, elbette peygamberleri dahil “Amamah” giyerlermiş. Bazen düz bir kavuk ve genellikle kavuk etrafına sarılmış türbandan oluşuyor. Bu örtü çöl sıcağından korunmak için yararlıydı. Halifeler giydi, Emevi ve Abbasi devletlerinin yöneticileri ise gelenek haline getirdi. Halk arasında yaygın değildi, öykünmeyle yayıldı. Dini bir gereklilik değildir ve hepsi erkek başörtüsüdür.

Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Rum ve Yahudi erkekler de sarıklıydılar. Avrupalılar 17. yüzyılda türbandan vazgeçti, onun yerine başlarını perukla örtmeyi tercih etti. Laiklik bütünüyle tepelenmeden önce okullara türbanla girmesine izin verilmeyen Müslüman kızlarımızdan bazıları da türban üzeri peruk giymeyi tercih ediyordu. Bu durumda başta bir saç görünmekle birlikte, görünen saç başa ait olmadığı için günahtan da korunulmuş olunuyordu. 

Buna karşın batı dillerinde "türban"ın ilk kayıtlı kullanımı 18. yüzyılın sonlarına rastlıyor. Osmanlı ihraç malı olduğu yönünde işaretler var. Bir ara 20. yüzyılın başlarında yine moda oldu, unutuldu, ikinci savaştan sonra hatırlandı, yine moda oldu. Brezilya’da pazarcı kadınların başında görüldü sonra. 1960'lı yıllarda şapka türbanın yerini aldı ve giderek batılı kadının başında türbana daha az rastlanmaya başladı. İran’da mollaların başında türban görebiliyoruz. Hacılar yeşil sarıklı türban giyerlerdi eskiden. Filistin'in efsanevi lideri Yaser Arafat’ın boynundan hiç düşürmediği bir türbanı vardı, “kefiye”dir. Biz poşu ve puşi olarak biliyoruz. Haliyle hepsi erkek başörtüsüdür.

***

Osmanlılarda türban kavuğun etrafına sarılırdı. Sarıklı Osmanlılar, 19. yüzyılda sarıklı türbandan vazgeçti, “fes” giydi. Fes, türbansız ya da sarıksız konik düz başörtüsüdür. Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’ından öğrendik, taklit ettik ve yenileşme işareti olarak başımıza taktık.

Kadınlar ise “fes” giymediler, çünkü erkek giysisidir. Onlar için “tülbent” var. Ahmet Vefik Paşa’nın “Lehçe-i Osmani”sine göre “tül” adını, icat edildiği “Tül” şehrinden alıyor. Bir nevi ince ve seyrek, gözleri altı kare “tülbent”tir. Ahmet Vefik Paşa, tülbent için de “İnce muslu sarıklık, imame” tarifini veriyor. Sözlüğünde “Tül” dediği şehir Fransa’nın güney bölgesindeki “Tulle”dür. Tül, Tulle’de 18. yüzyılda üretilmeye başlanmıştı, oradan almış olmamız yüksek ihtimaldir. Tülbent’in “tül”ü “Tulle”dür. “bend” ise Farsçada “bağ”, “boğum” anlamına geliyor. Türban’dan önce başını bağlamak isteyen kadınlarımız “tülbent” giyerlerdi, başı örtmekle birlikte, saçı bugün bildiğimiz anlamda örtmemekteydi. Herhalde bir Ortaçağ icadı olan “çarşaf”ın yerini almıştı.

Osmanlı'da kadınlar ferace giyerlerdi. Arap kadınlarının giydikleri "torba" ve "dolma" diye adlandırılan çarşaflar Tanzimat'tan sonra İstanbul'a getirildi, moda oldu, yayıldı. Bize gelmeden önce Suriye'de, Hristiyan ve Yahudi kadınları sokağa çıkarken çarşaf giyerlerdi. Türban gibi, çarşaf da “dini-milli” bir anlam içermemektedir.

Türbanın sarık hali, Osmanlı'da, sultanlar ve din büyükleri tarafından takılırdı. 1796’da, Paris’e ilk ikamet elçisi olarak gönderilen Moralı Esseyid Ali Efendi ile birlikte, sarık Batıda moda oldu. Ali Efendi görevinin ilk günlerinde Fransa kamuoyunda müthiş bir coşku ile karşılandı. İlk ayak bastığı yer olan Marsilya limanında top atışları ile karşılanmıştı. Fransız kadınlar Esseyid Efendinin sarığını çok beğendiler, Paris sosyetesi başına geçirmekte tereddüt etmedi. İlk türban modasıdır.

***

Cumhuriyet “kılık kıyafet devrimi” yaptı, türbanı unutturdu. Kadınlı erkekli şapka taktığımız bir dönem var. Sonra egemenler bu devrimlerin fazla olduğuna karar verdi. Ortaçağ’ın derinliklerinden kopup gelen yobazları mezarlarından kaldırdılar, eğitime aldılar. Cumhuriyetin “yürüyen ölüler dönemi” böyle açıldı.  

Modern türbanın mucidi Kayserili Şule Yüksel Şenler’dir. Küçük yaşta ailesiyle birlikte İstanbul'a göç etti. Öğrenimini ortaokul ikinci sınıfta bıraktı. Bir terzinin yanında çalışmaya başladı. Kendi başörtüsü modelini yaratmasında terzi çıraklığı yardımcı oldu. Ağabeyi Özer Şenler, Said-i Nursi'nin yakın çevresi içine girmişti. Adını değiştirdi, Üzeyir yaptı. Yeni Üzeyir anne ve kız kardeşlerine örtünmesi için baskı yapıyordu. Şule Yüksel ağabeyinin isteğiyle Risale-i Nur toplantılarına devam etmeye başladı. Örtünmesini söylediler, kabul etti. Ancak geleneksel örtüleri kendisine uygun bulmuyordu. Uğraştı, kendine özgü bir örtü yaptı. Düşüncesi ile uyumlu bir örtü icat etmişti. Türban siyaset sahnesine çıkmaya hazırdı.

Anadolu'yu dolaşarak verdiği konferanslarla kendi icadı olan türbanı yaymaya çalıştı. Onu taklit eden genç kızların başlarını aynı şekilde örtmeleriyle bu tarz örtü “Şulebaş” adıyla ünlenmeye başladı. Sadece başı değil kendisi de ünlendi. Zamanın gerici gazetelerinde yazdı. “Huzur Sokağı” adlı “romanı” filme alındı. İki kez evlendi ve boşandı. Kocalarından ağır dayaklar yemişti, bir daha evlenmedi. "İdealist Hanımlar Derneği"ni kurdu. Derneğe gelen genç kızlar arasında, Emine Gülbaran (Erdoğan) da vardı. 

2008 yılında “Vakit” gazetesi Şule Yüksel Şenler ile bir “türban” söyleşisi yaptı. Şenler o söyleşide “türban”a girmesini şöyle anlattı: “...benim abi baskısıyla örtündüğümü yazmışlar. Bu tamamen yanlış ... Ağabey baskısı değil ağabey tavsiyesi vardı. O zaman risale derslerine gittim. Orada da ‘örtünün’ dediler. Ben ‘şimdi örtünemem, imanım kuvvetlendikçe kendim örtünmek istiyorum’ dedim. Zaten hoşuma gidiyordu” diyor. Vakit muhabiri ile Şule Hanım arasında şöyle bir diyalog gerçekleşiyor.

“- Anneniz başörtülü müydü?

- Annem aksine, başörtülü değildi, çok modern bir hanımdı şapkalı makyajlı.

- Annenizin hiç fotoğrafı var mı?

- Var ama veremem, çünkü kendisi bir müddet sonra tesettüre girdi.

- Peki anneniz neden örtündü?

- Annem bizden etkilendi ve aynı şekilde o da Risale-i Nur derslerine devam etti.”

Şule Yüksel şapkalı ve makyajlı bir Cumhuriyet kadının kızıdır. O cumhuriyet kendine ihanet ettiği için, anneler kızlarından türban takmayı öğrendi. Bir dinci köşe yazarının deyişiyle “O, bir ahir zaman destanının kahramanı”ydı. O destanda, bir kadının kendi icat ettiği bir örtüyü bütün kadınların başına geçirmesinin hikayesi vardı.

Yani “Şulebaş” “Nur”lu bir başörtüsüdür; dinden çok tarikatlar tarihimizle ilgisi vardır...

***

Yalnız kahraman olmak için yolunu kendisinin açması gerekir; yolunu kendisi açmamıştır. Yönetenler din olmadan yönetemeyeceklerini fark etmişti, geri çekildi. Devlet desteğinde yeni bir din ve yeni bir örtünme biçimi icat ettiler. İcatları Türkiye’yi İslamize etme politikasının etkili silahları oldu. Devrimi sönen Cumhuriyet yenildi. Sıkmabaş Şule’nin arkasından itilen kahramanlarından biri olduğu bir Ortaçağ’a dönüş hikâyesidir.

Cumhuriyet dinin günlük hayat üzerindeki kontrolünü kırarak işe koyulmuştu, tamamlayamadı. Din tekrar günlük hayatın tek referans noktası haline gelmek üzere. Artık “türbanlı hanımlar”, türbansız muktedir adamların arkasında, pahalı çantaları, türbanlarını tamamlayan tuhaf kıyafetleri ile tabloyu tamamlıyorlar. O tablonun arkasında eşitsizlik, yoksulluk, cehalet, zulüm diz boyu. 

Şule Yüksel Şenler çok ileri yaşta öldü. Ölmeden önce takılan türbanları beğenmiyor, takanlara sitem ediyordu. Evet, başlarında bir örtü vardı ama o örtü hallerden hallere giriyordu. Halkımız, Şulebaş modasını kendi diline çevirmiş, tesettürün içini boşaltmıştı. Fakat o arada devleti ele geçiren bir çetenin elinde dinin de içi boşaldı. Ne Şulebaş’ın ne de Şule’nin başının içindeki inancın bir saygınlığı kaldı. 

Işık geçirmez bir örtüden ibaret artık her şeyleri. Ve o örtü sadece ve sadece zincirlerinden boşanmış vahşi bir kapitalizmi örtüyor…