Yüce Divanlık suçlar

Bir iktidarın hukuksal meşruiyeti öncelikle anayasal meşruiyet bağlamında irdenelenebilir. Her iktidar yürürlükteki anayasayla (ve ona aykırı olamayan yasalarla) bağlıdır. Şimdi bu açılardan AKP iktidarını mercek altına alalım.

Anayasanın birinci kısmını oluşturan “Genel Esaslar”, devletin şekli, temel amaç ve görevleri, cumhuriyetin nitelikleri, egemenlik, yasama-yürütme-yargı yetkileri, kanun önünde eşitlik ile anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü hükümlerini düzenler. Madde 2’ye göre “Türkiye Cumhuriyeti (…) demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” AKP hükümetinin uygulamaları, sayılan bu dört niteliğe de aykırılık oluşturmaktadır. Gerçi bu ilkeler önceki hükümetler döneminde de aşındırılmış, “sosyal devlet” ilkesine ise hiçbirinde tam olarak uyulmamıştır. Ancak, ölçülmesi daha az muğlak olan laiklik ilkesi bakımından AKP Hükümeti “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” suçuyla AYM tarafından mahkum edilmiş, kapatılmanın eşiğinden dönmüştür. Demokratik hukuk devleti ilkeleri bakımından da AKP, öncüllerini aşan bir tahribatın failidir. Egemenliğin kullanılmasını bir kişiye bırakarak Anayasa Madde 6’ya, mahkemelerin bağımsızlığına müdahale ederek Madde 138’e açık aykırılıklar oluşturmaktadır. Bunların hepsi, bir “devr-i sabık” yaratıldığında yani geçmişten hesap sorulacak bir dönem oluştuğunda bugünkü iktidarı yüce divana sürükleyebilecek ağırlıktadır.

Otokratik bir din devleti peşinde koşmak yanında, ülke topraklarını, ormanlarını, kıyılarla sahil şeritlerini, suyunu, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, insanının emeğini, tüm toplumsal ve kamusal varlıklarını, halk kesimlerinin mülkiyet haklarını (kentsel dönüşüm, madencilik vs.) belirli bir yerli veya beynelmilel zümrenin/sınıfın çıkarlarına peşkeş çekmenin, bunun için her türlü polis ve yargı şiddetini kullanmanın karşılığı da, bugünkü Anayasaya göre bile meşruiyet dışına düşmektir.

AKP’ye özgü suçlar bakımından, tarikatlarla, cemaatlerle iktidar koalisyonu kurmak, milletvekili paylaşımından mülki amir, savcı-yargıç ve kolluk güçleri paylaşımına kadar uzanan ve 17 Aralık sonrasındaki karşılıklı suçlamalar çerçevesinde tümü açık kanıtlara dönüşen hukuk devleti dışı uygulamalar, Anayasa Madde 6’ya göre Yüce Divanlık suçların başında gelmektedir. Anayasanın 6. Maddesi, “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. (…) Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” demektedir. Demek ki, seçilmiş hükümetin göz yumduğu, kamu yönetimi ve yargıda yetki paylaşımına gittiği Cemaat yapılanması, iktidar bakımından doğrudan bir anayasal suçtur.

Yolsuzluk çetesine dönüşmüş, yakınlarına çıkar sağlamayı günlük uygulama haline getirmiş bir iktidar yapılanması, milletvekilleri bakımından “üyelikle bağdaşmayan işler” (Madde 82) kapsamındayken, başbakan ve bakanlar açısından Yüce Divana kadar uzanan Meclis soruşturması (Madde 100) kapsamındadır.

“Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”ne (Madde 26) ve “basın hürriyeti”ne (Madde 28) aykırı olarak iktadara eleştirel yaklaşan medya üzerinde siyasi, hukuki ve ekenomik baskılar uygulamak, ayrımcılık yapmak ve iktidar güdümünde bir medya oluşturmak için her türlü yolu kullanmak da anayasal suçtur.

Nihayet, komşumuz Suriye’nin meşru iktidarına karşı sünni terrörist çeteleri silahla besleyen, eğitim veren, barındıran ve ülke sınırlarından giriş-çıkışlarına göz yuman, bu silahlı çetelerin Reyhanlı’da olduğu gibi Türkiye halkına da silah çevirmesine fırsat yaratan bir hükümet, komşusuna örtük olarak fiilen savaş ilan ediyor ve Anayasanın 92. Maddesini açıkça ihlal ediyor demektir. Kaldı ki bu suçlar, BM ve Uluslararası Ceza Mahkemesi kararlarına göre “savaş suçu” ve “insanlığa karşı işlenen suç” anlamındadır ve baş sorumlularının uluslararası mahkemelerde hesap vermesi için bütün koşulları taşımaktadır.

Yüce divanlık suçların gitgide biriktiği göz önüne alındığında, AKP’nin iktidardan düşmemek için bütün tırnaklarını rejimin sopasına geçireceğini tahmin etmek zor değildir. Ama korkunun ve zorbalığın ecele faydası yoktur.