Bu ilkesiz ve Cumhuriyet yıkıcısı koalisyonun toplumun onayını alması mümkün görünmüyor. Bunun etrafından dolaşmak için Meclis aritmetiği içinde olayı çözme fırsatçılığının ise ellerinde patlama olasılığı yüksektir.
Yeni anayasa, despotizmin hukuku demektir
Oğuz Oyan
Bu yazımda, eskimeyen iki uzun makalemden alıntılarla uzun bir kolaj yapacağım. Çünkü yeni şeyler yazmak giderek zorlaşıyor ve doğrusu artık bu konuda yazmaktan sıkılmaya başladım. Bu yazılarımın dayandığı makalelerin birincisi, 2018 yılında yazdığım ve 2019’da Çalışma ve Toplum Dergisi’nin Şinasi Yeldan Özel Sayısı, 2019/1, s.105-125’te yer alan “Yeni Anayasa ve Yeni Devlet Yapılanması” başlığını taşıyan makale. Buradaki göndermelerde kısaca, (Oyan, 2019) olarak anılacak. İkincisi ise 2019 yılında yazdığım ancak 2020 yılında Sosyal Politika-İktisat Yazıları. Seyhan Erdoğdu’ya Armağan, Mülkiyeliler Vakfı yayınları içinde s.55-74’te yer alan “Türkiye’de Gelişmeci Anayasal Düzenden İkinci Cumhuriyet’in Anayasasına” başlıklı makalem. Burada kısaca (Oyan, 2020) olarak anılacak.
Aslında bu iki uzun makalenin temelini, “2017 Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” 21 Ocak 2021 tarihinde kabul edildikten ve henüz 16 Nisan Referandumu yapılmadan önce sıcağı sıcağına yazılan ve iki ayrı dergide (EMO dergisi, Mart 2017 ve Sosyal Demokrat dergisi, Mart-Nisan 2017’de) yayınlanan daha kısa makaleler oluşturmaktaydı. Ancak biz daha ayrıntılı çalışılmış yukarıda anılan 2018 ve 2019’de yazılmış ancak 2019 ve 2020’de yayınlanmış makalelerimizi esas alacağız.
***
2017 Anayasası: Yürürlük Garabeti
“Halkoylamasına sunulan 6771 sayılı Kanun yalnızca 18 maddeden ibaret görünmesine karşın, gerçekte Anayasa'nın toplam 177 maddesinden 79'uyla şu veya bu şekilde oynamaktaydı. Ama bu niceliksel değişiminden daha önemlisi niteliksel dönüşüm bakımındandı. Yeni girişim, 140 yıldır denenen ve geliştirilen parlamenter sistemi, özellikle Cumhuriyet ile birlikte oluşup gelişen anayasal hukuk düzenini, 1961 Anayasası sıçramasıyla açılan demokratikleşme yolunu tarihe gömmek üzere tasarlanmıştı.
Bu anayasa değişikliği, 1961 Anayasasının getirdiği (ve 1982 Anayasasının sonradan gördüğü değişikliklerle sürdürdüğü) güçler ayrılığı ilkesini nominalleştirme bakımından nihai darbeleri vurmaktaydı. Yasamanın ötedenberi yürütmenin emrinde olmasına ilaveten yüksek yargı kurumları da aynı yola sokulmaktaydı. Yürütmenin bile kendi içindeki hiyerarşisini ve yetki/sorumluluk paylaşımlarını altüst eden, bakanlar kurulu ve başbakanlığı sistemden çıkararak yürütme-içi dengeleri tahrip eden, Cumhurbaşkanlığı merkezli bir yeni kamu yönetimi yapısı inşa edilmekteydi.
16 Nisan 2017'de "kabul" edilen yeni rejimin anayasası üç aşamada yürürlüğe girdi. Bazı hükümleri halkoylaması sonuçları kesinleşince hemen, bazıları (sadece 4 madde) Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin yasal takvimi işlemeye başlayınca yani 30 Nisan 2018'de, nihayet geri kalan çok sayıda hüküm de 24 Haziran 2018 seçimleri sonrasında Cumhurbaşkanı yemin edip görevine resmen başlayınca yani 9 Temmuz 2018'de yürürlüğe girdi. Birinci aşamada yürürlüğe giren anayasa hükümlerine ilişkin uyum yasaları zamanında çıkarılmadığı için üçüncü aşamada değişikliklerin tüm hükümleriyle yürürlüğe girmesinden sonra sürece hız kazandırıldı. O kadar ki, 9 Temmuz günü Cumhurbaşkanının yeminine saatler kala 703 sayılı (233 maddelik) KHK çıkarılarak anayasa değişiklikleri yasalara yansıtıldı ve "uyum" esas olarak sağlanmış oldu”. (Oyan, 2019).
“Aslında açılış, 7 Temmuz tarih ve 700 sayılı 218 maddeli bir KHK ile yapıldı ve mevzuatta geçen "Bakanlar Kurulu" ibaresi yerine "Cumhurbaşkanlığı" ibaresini geçiren geniş ölçekli bir tarama/düzeltme gerçekleştirildi.” (Buna rağmen, "2017 anayasası o kadar özensiz hazırlanmış ki, 'bakanlar kurulu' ifadesi unutulmuş" tarzındaki büyük bir bilgi açığına dayalı fantezilerin sol muhalif kesimlerin ağzında bile bugün dolaşıma girebilmesini hayretle karşılamaktayız).
(…) İzleyen Kararnamelerle de yeni Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminin oluşturulmasına hız veriliyordu. 10 Temmuz 2018 tarihli Resmi Gazete'de "Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri" başlığı altında yeni kurumsal yapının yasal zeminini oluşturan peşpeşe dört Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi yayımlandı. 1'den 4'e kadar numaralandırılan bu Kararnamelerden özellikle birincisi, yedi kısım ve 539 maddelik kapsamıyla bunların en temel olanıydı.” (Oyan, 2019).
Anayasacılık birikimi çöpe
“Yeni anayasa ile oluşturulan yeni devlet yapılanmasının, tarihsel anayasal gelişme çizgisinin ve buna bağlı birikimlerin dışına çıkarak yepyeni bir yürütme-yasama ilişkisini tanımlıyor olması, kapsamlı bir anayasa değişikliğinden daha fazlasıyla karşı karşıya olunduğunu göstermekteydi. Bu anayasa değişikliği, gerekçesinde açıkça ifade edildiği gibi, öncelikle 1961 Anayasasını ve onunla açılan demokratikleşme yolunu ve güçler ayrılığının son izlerini nihai olarak tarihe gömmek üzere tasarlanmıştı. Ama aslında bundan daha fazlası amaçlanıyordu: Hedefe konulan şey, 140 yıldır denenen ve geliştirilen anayasal parlamenter sistemin, özellikle Cumhuriyet ile birlikte oluşup geliştirilen anayasal hukuk düzeninin tasfiyesiydi. İnşa edilen yapı, bakanlar kurulu ve başbakanlık gibi kadim kurumsal yapıları sistemden çıkararak yürütme-içi dengeleri altüst eden hem tam yetkili hem tam sorumsuz olarak tarif edilen Cumhurbaşkanını merkeze oturtan bir Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi (CYS) idi”. (Oyan, 2020). (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak dillere kasıtlı olarak yerleştirilen ifadenin hiçbir hukuki karşılığı yoktur, hiçbir resmi belgede geçmemektedir; çünkü ortada bir bakanlar kurulu yani hükümet yoktur. Ama sanki bunlar varmış gibi yapılması, iktidarın siyasi tuzağıdır; Aradan bunca zaman geçmesine karşın hâlâ bu tuzağa düşenleri görmek üzücüdür).
“Türkiye'de anayasal bir rejime geçişin tarihsel kuluçka dönemi Tanzimat devri (1839-1876) reformlarıyla başlamıştı. Dış ve iç dinamiklerin birlikte rol oynadığı bu "Batılılaşma" sürecinin sonunda 1876 tarihli Kanun-i Esasi'ye ve I. Meşrutiyet'e ulaşılması kuşkusuz önemli bir sıçramaydı. Ama bir anayasaya sahip olunması, anayasal bir meşruti monarşi rejimine geçildiği anlamına gelmiyordu. Nitekim bu anayasaya göre kurulan Meclis, Şubat 1878'de bir padişah fermanıyla tatil ediliyor ve 1908'e kadar bir daha toplanamıyordu.
1909 dönüşümüyle çok sayıda maddesi değişen 1876 Anayasası'na göre artık Padişah anayasaya bağlılık andı içmekte, bakanlar kurulunun oluşumu ve karar süreci üzerindeki yetkilerinin elinden alınıp sadrazama (başbakana) verilmesini, kendi yürütme yetkilerinin bakanlar kuruluna kaymasını ve bu kurulun kendisine değil de Meclis-i Mebusan'a karşı sorumlu olmasını sineye çekmekteydi. Osmanlı tarihinde bir ilk olarak hükümet programlarının Meclis'in güvenoyuna sunulması gibi gelişkin teamüllerin oluşmasına da yol açan 1909 dönüşümü, Anayasal bir rejimin oluşmasındaki asıl kilometre taşını oluşturuyordu.
1921'in "Teşkilat-ı Esasiye Kanunu", Kurtuluş Savaşı'nın özel koşulları içinde, bu savaşı yöneten TBMM bünyesinde doğacaktı. Bu kısa anayasanın boşluklarının, yürürlükten 1924'te kaldırılacak olan 1876 Anayasası tarafından dolduruluyor olması, dünya anayasacılık tarihi açısından özel bir durumdu. 1921 Anayasası kısa ömrüne rağmen, "milli egemenlik" kavramını yeni devletin dayanağı yapmış olması, Meclis'te bir kuvvetler birliğini gerçekleştirmesi ve meclis hükümeti sistemine yol açması bakımlarından izleyen anayasal süreçleri de etkileyecekti.
Anayasa hukukunun gelişmesi, kuvvetler birliğini elinde toplayan yürütmenin gücünün sınırlandırılması ve şu veya bu ölçüde yasama organına aktarılmasıyla gerçekleşmektedir. Kanun-i Esasi'deki 1909 değişimleri de böyledir. 1921 Anayasası ise, Kurtuluş Savaşı içinde, onun toplumsal/ siyasi/ askeri dinamiklerinin etkisi altında, yeni bir devlet kurmanın ihtiyaçlarına karşılık vermek üzere hazırlanan bir "ihtilal" anayasasıdır. Güçler birliğinin Meclis'te toplanması, bu ihtiyaçlara ve toplumsal/siyasal dengelere, çatışmacı görüşlerin Meclis içinde "konsensus" sağlamasına karşılık gelmektedir. Bu arada, 1923'te Cumhuriyetin ilanından itibaren hükümetin Meclis'ten görece bağımsızlaşması yolu da açılacak ve yeni anayasal dönemi etkileyecektir.” (Oyan, 2020).
(Not: 1921 Anayasasının maddelerinin içerik analizini doğru yapamadan, o dönemde henüz çok güçsüz olan merkezi yönetimin yerel idarelere yetki devretmekten başka seçeneği olmadığını kavramadan, kaldı ki bu anayasanın ademi merkeziyetçi hükümlerinin hiç uygulanma olanağı bulamadığını bilmeden, 1921 Anayasanın Kürtlere bir “muhtariyet” tanıdığını ama 1923 Cumhuriyet ve 1924 Anayasasıyla itibaren bundan sapıldığını iddia etmek, sadece Cumhuriyet ve Lozan karşıtı siyasetlere malzeme üretir. 12 Mayıs PKK bildirisinin de bunu benimsemesi şaşırtıcı değildir; Cumhuriyet’e karşıtlığı bilinen siyasal İslamcı hareketin buna onay vermesi de öyle. Ancak Cumhuriyet’in temelleri sorgulandığında siyasi iktidarın dahi varlık nedenleri ve meşruiyeti sorgulanır olacaktır).
20 Nisan 1924 tarihli Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu'nu oluşturanların öncelikleri içinde çoğulculuğun olması beklenemezdi. Millet egemenliğine dayalı, anti-feodal ve kapitalizmi geliştirici nitelikteki hukuki düzenlemelerin kısa bir zaman diliminde belirleyici olmasına birinci önceliği veren, mali/ekonomik bağımsızlığı korumakta kararlı olan bir anlayışın kaygıları farklıydı. Bu anlayışın, (i) güçlü Meclis gene merkezde olmak üzere güçlendirilmiş ve görece Meclis dışına (Cumhurbaşkanı-Başbakan eksenine) taşınmış bir yürütmeye; (ii) reform hızını düşürecek ayakbağlarından kurtulmak adına (gel-gitlere rağmen) tek parti iktidarına; (iii) 1921'in zaten uygulanma olanağı bulamamış adem-i merkeziyetçi düzenlemeleri yerine güçlü bir merkeziyetçiliğe yönelmesi şaşırtıcı değildi.
Bu arada 1924 Anayasası döneminde Meclisin bileşiminin daha türdeş olması, tek parti iktidarının egemenliğinde hem Meclis çoğunluğunun hem yürütmenin tek elde toplanması, kurucu cumhurbaşkanının tarihsel rolünden gelen çok güçlü siyasal öncülüğü, aydınlanma devriminin olağanüstü bir hız ve etki gücüyle uygulanmasına dayanak olacaktır.” (Oyan, 2020).
***
“24 Ocak ve 12 Eylül'ün partisi olan ANAP'ın iktidardan düştüğü 1991 sonrasındaki dönemde, anayasada demokratik eksenli değişiklik talepleri hızla yükselecekti. Daha önceki üç anayasa (1876, 1924 ve 1961), bizim saptadığımız kadarıyla ilginç bir rastlantıyla, yedişer kez değişikliğe konu olmuşken, 1982 Anayasası 2016'daki milletvekili dokunulmazlıkların kaldırılmasına yönelik son düzenlemeye kadar tam 18 kez değiştiriliyordu. Değişikliklerin arkasında iki temel etken bulunmaktaydı. Bir, toplumun, siyasetin ve kuşkusuz egemen sınıfın içinden gelen yenilenme ihtiyaçlarına karşılık vermek; iki, AB ile girilen yeni müzakere süreçlerinin gerektirdiği uyum düzenlemelerini gerçekleştirmek. Her iki durumda da, yapılan çok kapsamlı ve genelde "düzeltici" yöndeki değişikliklerin etkisiyle 1982 Anayasası -daha eklektik bir yapı kazanmakla birlikte- nispeten daha demokratik bir mecraya sokulabilmişti.
2017'de yapılan değişiklikleri bu toplam içinde ele almamamızın nedeni, izleyen bölümde ayrıntılandırılacağı gibi, artık kapsamlı bir değişiklik hamlesinden ziyade yepyeni bir anayasa anlayışına geçilmiş olmasıdır. Aslında 12 Eylül 2010'daki halkoylamasıyla kabul edilen değişiklikler de AKP'nin kendi rejimini inşa yolunda geçiş düzenlemeleri niteliğindeydi. Buna rağmen 2010'un dahi AKP'nin ilk dönem anayasa düzenlemeleri içine alınması daha doğru bir bölümlendirme olacaktır. (…) Oysa 2017 Anayasası bu süreklilikte bir kırılmayı, hatta 1909 sonrasının gelişmeci çizgisinde kalıcı bir kopuşu temsil etmektedir. 2017 Anayasa referandumu ile girilen süreç artık bir "düzeltici/geliştirici değişiklikler" anlayışının dışına çıkılıp otoriter rejime uygun ama Türkiye'nin anayasacılık geleneğine ve kamu yönetim sistemine tamamen ters bir yola girildiğini göstermektedir.” (Oyan, 2020).
Yasamanın, salt Cumhurbaşkanından oluşan yürütmeyi denetleme hakkının sonu
“Yeni Anayasa rejiminde TBMM'nin yasama faaliyetlerinin anayasaya uygunluğunun sorgulanması artık “yürütmenin başına” fazlasıyla tâbi kılınmış bir AYM'nin insafına bırakılmaktadır. Yürütmenin icraatlarının denetlenemez duruma getirilmesi ise onarılamaz bir demokrasi açığı oluşturmaktadır. 2017 öncesindeki anayasal düzende 110. maddede tanımlanan "göreve başlama ve güvenoyu" ile 111. maddede tanımlanan "görev sırasında güvenoyu" gibi etkin siyasi denetim düzenekleri yeni Anayasa ile yürürlükten kaldırılmıştır. Madde 110'a göre zorunlu olan göreve başlayan hükümete "güvenoyu" istenmesi, güvensizlik halinde sonuçları tam tarif edilmemiş olsa bile, demokratik teamül gereği "istifa" düzeneğinin çalıştırılmasına yol açarken, yeni anayasa yürütmeyi bundan tamamen kurtarmaktadır. Esasen, olmayan hükümetin olmayan programının (olsa bile bir kıymeti olmayan programının) oylanması da (onaylanması veya reddedilmesi de) söz konusu olmamaktadır. Yıllık bütçe oylamalarından bile daha önemli olması gereken "bakanlar kurulu programının oylaması" olmayınca, hükümeti program taahhütleri üzerinden denetleme/sorgulama olanağı da kalmamaktadır. Oysa Osmanlı'da henüz 1909 değişiklikleri bile gerçekleşmemişken, Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti, hükümet programını meclisin güvenoyuna sunmuş ve bir anayasa teamülü oluşturmuştu.
Sayıştay'ın TBMM adına denetim yapmasının çeşitli yollarla kısıtlanması da buna eklenince, yürütmenin denetlenmesi içi boş bir kavrama dönüşmektedir. Yeni Anayasa, yasamanın bütçe hakkına sahip çıkmasının da sonunu getirmektedir. Bunun ilk adımı, yasama ile yürütme arasındaki bağın koparılmasıyla atılmaktadır. Artık bütçe tasarısını hazırlama yetkisi, yasama içinden çıkmış bir Bakanlar Kurulu'na ait olmadığından yasamanın bütçe hazırlama sürecindeki rolü etkisizleştirilmektedir. İkinci adım, Anayasanın 161. maddesinde yapılan değişiklikle atılmaktadır. Buna göre, "Bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulamaması halinde, geçici bütçe kanunu çıkarılır. Geçici bütçe kanununun da çıkarılamaması durumunda, yeni bütçe kanunu kabul edilinceye kadar bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre arttırılarak uygulanır". Böylece, bütçenin kabul edilmemesi ne artık hükümet düşürme etkisine sahip olabilmekte, ne geçici bütçe kanununun dahi kabul edilememesi bir sorun oluşturmakta, ne de bütçenin zamanında çıkarılamamasının bir hükmü kalmaktadır. Önceki yılların bütçeleri yeniden değerleme oranında arttırılarak parlamento onayı olmaksızın sınırsız sayıda bütçe dönemi yaşanabilmesinin kapısı ardına kadar açılmaktadır. Yürütme, yasama karşısında hesap vermez duruma gelmekte, dünyada Magna Carta'dan itibaren, Türkiye'de 1876 Anayasasından itibaren adım adım olgunlaşan yasamanın yürütme karşısındaki "bütçe hakkı" tarihe gömülmektedir.
Başbakanın ve bakanların "gensoru" üzerinden denetlenmesi olanağı da Anayasadan çıkarılmıştır. Gensoru düzeneği kaldırılmamış olsaydı, başbakanın ve bakanlar kurulunun tüm yetkilerini devralan Cumhurbaşkanı için gensoru düzenlemesi getirilmek durumundaydı. Açıktır ki, yeni rejimin tek adamının denetim-üstü ve denetim-dışı kalma niyetleri buna izin vermezdi. Kaldı ki, Cumhurbaşkanı ile Meclis'in birlikte yenilenme düzeneğinin öngörülmesi nedeniyle, Meclis'in Cumhurbaşkanı hakkında kendisini de feshetmeye götürebilecek bir gensoru düzeneğini kullanmaya yönelmesi, giderek yerleşen ilkesiz siyasetin doğasına aykırı olurdu.
Yeni anayasanın Cumhurbaşkanı'nın gerektiğinde Yüce Divan'a gönderilebilmesini düzenleyen hükümleri de esas olarak işlevsizdir, göstermeliktir. (…) Yeni anayasal sistemde başbakanın yetkilerini devralan cumhurbaşkanının onun cezai sorumluluklarını da devralıp devralmadığına bakılabilir. (…) Önceki halde Başbakanın Yüce Divan'a sevki Meclis üye tamsayısının salt çoğunluğunun (yani 276 milletvekilinin) kararıyla alınabilirken, yenilenen düzenlemede başbakan yetkilerini devralan cumhurbaşkanı için 2/3 oranı yani 400 milletvekili gerekli olmaktadır! (…) Önceki Anayasada (md. 113/3), "Başbakanın Yüce Divana sevki halinde hükümet istifa etmiş sayılır" hükmü varken, yeni anayasada yüce Divan süreci tamamlanana kadar cumhurbaşkanı istifa etmiş sayılmıyor! (…) Yani Yüce Divan süresince hakim-i mutlak bir cumhurbaşkanı görevinin başında kalmaya devam ediyor, dolayısıyla gücünü istediği yönde kullanabiliyor! Peki cumhurbaşkanının görevi sona erince ne oluyor? Yasama organının yani 600 milletvekilinin de görevi sona ermiş oluyor. Peki bu durumda, cumhurbaşkanının görevde kalmasıyla öznel çıkar birliği içine sokulan milletvekillerinin, cumhurbaşkanını Yüce Divana gönderme/göndermeme yönündeki hukuki/vicdani kanaatleri nesnel ölçütlere uygun bir biçimde oluşabilir mi? Bu çelişkinin, Yüce Divan'a gönderme eylemini bilerek zorlaştırmak amacıyla oluşturulmadığı herhalde iddia edilemez.” (Oyan, 2020).
Yeni rejimin anayasası
“Söylemlerinde 1982 Anayasasını hedefe koyan İslamcı siyasetin asıl kastının 1961 Anayasası olduğu, hatta gerçek muradının 1924 Anayasası dâhil tüm Cumhuriyet anayasalarına ruhunu veren kurucu irade olduğu apaçıktır. Nitekim 12.12.2016'da TBMM'ye sunulan anayasa değişikliğine dair kanun teklifinin "Genel Gerekçe"sinde, tarihi gerçekleri çarpıtan ifadelerin gerisinde, yeni bir rejim kurma tasavvurunun açık niyet beyanları bulunabilir. (…)
Cumhurbaşkanına ısmarlama elbise gibi biçilen yeni anayasal rejimde, iktidar ile muhalefet güçleri arasında eşit ayaklı siyaset yapma olanakları tamamen ortadan kaldırılmaktadır. Muhalefet güçleri, Meclis içinden çıkmayan yürütmeyi denetleme/ sorgulama olanaklarını hemen tamamen yitirmektedir. Rejim, dinci-milliyetçi sağ iktidar bloğunun sınırsız hükümranlığı üzerine inşa edilmekte, siyasi iktidarın demokratik seçimlerle el değiştirmesine kapalı bir sistem oluşturmaya yönelinmektedir. Siyasette adeta kontrolsüz bir güç yoğunlaşması yaratılmaktadır.
Oluşturulan rejim sözde yeni bir anayasa düzenidir ama aslında kuramda tanımlanan başkanlık rejimiyle de bir ilgisi bulunmamaktadır. Başkanlık rejimi, tıpkı parlamenter rejim gibi, bir ülkenin siyasi tarihindeki gelişmelerin ürünüdür. Bunun dışındaki zorlamalar ya çalışması zor eklektik ve uyumsuz yapılara yol açar ve sürekli kriz üretir ya da totaliter bir rejimin üstyapısını hazırlar. T. Z. Tunaya'nın, sert kuvvetler ayırımına dayanan Başkanlık rejimiyle zıtlık oluşturduğu için "Başkancı Rejim" olarak adlandırdığı bu yapı, aşırı güçlendirilmiş yürütmenin/Başkanın parlamentoyu ve yargıyı baskı altında tutabilen üstünlüklerle donatılması durumunu tanımlamaktadır. Bunun, 19. Yüzyılın erken demokrasi pratiklerinde diktatörlüğe sapma ve Bonapartizm'de olduğu gibi ülkeyi cumhurbaşkanının kararnameleriyle ve plebisitlerle yönetme biçimleriyle de yakın bir ilişkisi kurulabilir; ama günümüzde "başkancı rejim" daha çok bir üçüncü dünya ülkesinin otokratik eğilimli yönetim biçimini anlatmaktadır. Dolayısıyla bizdeki Cumhurbaşkanı merkezli siyasi/idari rejimin bir siyasi sistemle ilişkisi kurulacaksa, bunun, hukuki dayanakları bakımından demokratik bir sistemle yakınlığı yoktur. Yeni anayasanın ve oluşturulan başkancı rejimin, Türkiye siyasi tarihinin gelişim çizgisine bakıldığında da zorlama olduğu görülür. 2017 sonrasında adım adım oluşturulan CYS de, Türkiye'nin kamu yönetim sisteminde ulaştığı birikim düzeyine ve oluşmuş toplumsal belleğe yabancıdır. (…)
Yeni anayasanın bugünkü rejimin aşırılıklarının tek dayanağı olmadığını gösteren iki etkeni/dayanağı dikkate almak gerekiyor: Birincisi, bugünkü iktidar gücünü sadece kendine göre kesip biçtiği anayasadan almamakta, buna ek olarak, anayasanın (ve yasaların) yürütmeyi hala bağlayıcı olan hükümlerini tanımamaktan, bunlara uymamayı aleni bir alışkanlık haline getirmekten veya bunları işine geldiğince yorumlayabilme "esnekliğinden/ kapasitesinden" almaktadır. (…)
Aracın (yani baskıcı otoriter rejimin), amaç (yani baskıcı otoriter rejim kurmak) haline gelmesi paradoksunun eğer açıklayıcı bir değeri olmadığı düşünülüyorsa, ki bizce yoktur, o zaman "niçin bunca otoriterlik" sorusunun çok da örtük olmayan yanıtı açıkça verilmek zorundadır: Türkiye'de Cumhuriyet rejiminin yıkılmış olması tek başına 2017 Anayasasının marifeti değildir; bu anayasa, bu yıkım sürecinin hem bir sonucu hem de bu sürecin tasdik edilmesini ve pekiştirilmesini sağlayan nihai belgesidir. 2017 Anayasası bu yıkımın nihai belgesi olabilir, ama kurulmak istenen İslamcı rejimin nihai belgesi değildir. Bu rejim henüz tüm unsurlarıyla vücut bulabilmiş değildir. Böylesine büyük çaplı bir anti-aydınlanmacı dönüşüm projesinin sahibi olan siyasal hareketin, bu projesine toplumda ürettiği rızanın giderek daralması karşısında elindeki tek seçenek daha baskıcı bir rejimden başkası olamamaktadır.
Kuşkusuz iktidardaki siyasi İslamcı hareket, daha açık bir İslami rejim inşasının demokrasi görünümü içinde nihayete erdirilemeyecek boyutta bir meydan okuma olduğunun farkındadır. Dolayısıyla yaşanan süreç, melez demokrasiden tam otokrasiye geçiş sürecidir ve yeni anayasa düzeni bunun önemli bir aşamasıdır. Ama son aşaması değildir. (…)
Kuşkusuz bu iktidar, ileride uygun fırsatı yakaladığında, bugünkü uygulamada içini boşalttığı Anayasanın birinci ve ikinci kısım hükümlerini yeniden düzenlemeyi; bugünkü anayasanın keyfi yorumu üzerinden veya anayasal hükümlerle kendisini bağlı hissetmeden yarattığı fiili durumları anayasal güvenceye kavuşturmayı isteyecektir. Bu yüzden kapsamlı bir yeni anayasa değişikliğini gündeminde tutmaya devam etmesi kaçınılmazdır.” (Oyan, 2020).
***
Siyasal İslamcı iktidarın 2017 anayasasıyla da yetinmeyeceğini, kapsamlı bir yeni anayasa değişikliğini gündemde tutmaya devam edeceğini 2017 yılından beri yazmaya başlamıştık. Şimdi o zamanın geldiği anlaşılmaktadır. Ancak iki yeni müttefikin de katılımıyla: Kendine milliyetçi diyen iktidar ortağının tam desteği ve PKK-DEM üzerinden dillendirilen Kürt siyasetinin taleplerinin Cumhuriyet ve Lozan öncesine dönüşü hedeflemesiyle… Ancak “tek” bir sorun var: Bu ilkesiz ve Cumhuriyet yıkıcısı koalisyonun toplumun onayını alması mümkün görünmüyor. Bunun etrafından dolaşmak için Meclis aritmetiği içinde olayı çözme fırsatçılığının ise ellerinde patlama olasılığı yüksektir.