Oğuz Oyan

Cumhuriyet kurucuları, kırsaldaki egemenlerin gücünü kırmaya cesaret edememenin bedelini sadece siyasi olarak kendileri ödemeyecektir, ülkenin 1950’lerden başlayıp AKP döneminde son sürat devam eden bir büyük yağmanın konusu olmasının kapısını ardına kadar açmış olacaklardır.

Toprak reformsuz Köy Enstitüleri

Oğuz Oyan

Önceki yazımızda (“Cumhuriyet ve Devrimci Dinamikleri”, 22 Nisan) şu ara sonucun altını çizmiştik: CHP’nin sol kanadının 1940’lardaki son iki çıkışı 1940 tarihli Köy Enstitüleri (KE) ve 1945 tarihli Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (ÇTK) hamleleridir. Ancak hem bunların tarihi sıralaması yanlış olmuş hem de her ikisi de gecikmeli olarak sahneye konmuştur. Bununla birlikte bu iki reform atılımından sonraki onyıllara ve hatta bugünlere izleri kalan, her şeye rağmen yalnızca Köy Enstitüleri modeli olmuştur. ÇTK’nın ise toplumsal bellekte yer eden herhangi bir izi kalmamıştır. Bu devam yazısında konuya biraz da bu açıdan bakmaya çalışalım.

Köy Enstitüleri neden sürdürülemedi?

Köy Enstitüleri, o günün koşullarında eğitimde ve kırsal kalkınmada emsalsiz bir devrimci atılımı temsil ederler. Bu girişim Aydınlanma Devriminin uzantısındadır, hatta onun doruğundadır. Aslında ilk uygulama yıllarında çok da başarılı olduğu görülmüştür. Ancak bu reformun uzun soluklu olamamasının arkasında, aşılamayacak olan başlangıç engelleri vardır. Bu engellerin asıl belirleyici olanı, bu uygulamanın öncesinde kırsal alanın düzene sokulamamış, toprak ağalarının gücünün kırılamamış olmasıdır. Esasen kırsal alandaki egemen ekonomik/toplumsal ilişkilere müdahale etmeyi, bunun için de mülkiyet ilişkilerini/sınıfsal dengeleri değiştirmeyi yani köklü bir toprak reformu yapmayı göze alamadan Köy Enstitüleri gibi devrimci bir eğitim/kültür dönüşümü kalıcı olamazdı.

Öte yandan, her ne kadar KE modeli esas olarak 1940-46 döneminde uygulanmış ve başarılı sonuçlar alınmış olsa da, bu dönem savaş koşullarına denk gelmesi bakımından son derece elverişsizdir aslında. Türkiye savaşa katılmamış olsa dahi -ki bu dönemin iktidarının başarı hanesine yazılacak çok önemli bir stratejik tercih olmuştur- seferberlik koşulları tüm ekonomiyi ve özellikle kırsal ekonomiyi vurmuştur. Seferberlik, köylü nüfusun önemli bir üretken kesiminin silah altına alınması bakımından tarımsal üretimi son derece olumsuz etkileyecektir; 1940-45 arası milli gelir yıllık yüzde 6 oranında gerilerken, tarımsal hasıladaki yıllık ortalama gerileme yüzde 7,1 olacaktır (K. Boratav). Dönem boyunca hızla tırmanan enflasyon, karaborsacılık ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan iaşe sorunları, Milli Korunma Kanunu üzerinden halledilmeye çalışılırken köylüye getirilen yüzde 25 dayatması (ürününün yüzde 25’ini devlete onun belirleyeceği fiyatlardan satma zorunluluğu), köylünün çeki hayvanlarının bir bölümüne el konulması, Yol Vergisi’nin köylü için yaygın bir angaryaya dönüşmesi, nihayet 1944-46 döneminde uygulanan Toprak Mahsulleri Vergisi ile aşar vergisine geçici bir dönüş yapılması, hepsi birden iktidarın kırsaldaki toplumsal desteğini aşındıracaktır. İşte bu koşullarda KE uygulamasının karalanması, toprak ağalarının köylü tepkilerini kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda istismar etmelerini kolaylaştıracaktır.

KE uygulamasının CHP içinden de yeterince savunulamaması, hatta karşıtlarının esas olarak o zamanın bu tek partisinin safları içinde kümelenmiş olmaları başarısızlığı çabuklaştırmıştır. 1946’da çok partili düzene geçiş, ÇTK ve KE karşıtlarının muhalif DP’de örgütlenmesi; emperyalizmin etkisinin 1946 sonrasında hızla artması ve hem ekonomide hem de siyasette liberal yönelişlerin ağırlık kazanması nedeniyle, KE modelinin uygulama zemini tamamen kayganlaşacaktır.

KE Kanunu 17 Nisan 1940’da çıkmış olmasına rağmen, uygulama alıştırmaları 1938’den itibaren başlatılmıştı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün bu uygulamayı başından itibaren güçlü bir biçimde sahiplenmesi, Hasan Ali Yücel’i 1938’de Milli Eğitim Bakanı yapması, İsmail Hakkı Tonguç’un da 1936’dan itibaren MEB İlk Öğretim Genel Müdürlüğü’nde deneyim biriktirmesi sürecin ön koşullarını hazırlamıştı. KE’lerin sayısı 1944’de 20 olacak, 1948’de en son Van KE kurulmasıyla nihai sayı olan 21’e çıkacaktır. Ancak henüz 1942’de KE sayısı 18 iken Cumhurbaşkanı İnönü, Yücel ve Tonguç’a 60 KE toplamına ulaşılması ve 200 bin tarımcı yetiştirilmesi hedefini önerir. Bu hedefi çalıştıktan sonra hazırladıkları raporda bu hedefin o zamanki olanaklarını çok aştığını söylerler. İnönü “İlerde çok pişman olacaksınız; savaştan sonra bu işlerin hiçbirini bize yaptırmayacaklardır!” diye karşılık verir. Ama işin ilginci, değişen iç ve dış güç dengeleri ve partinin bölünmüş yapısı karşısında İnönü’nün pragmatist siyasetçiliği artık 1946’da KE’leri savunmasız bırakarak en olumsuz etkene dönüşecektir! (Bu arada Tonguç da 60 KE hedefine yürümeme pişmanlığını 1950 sonlarında itiraf edecektir; ama 21 KE’yi koruyamayan bir iktidar bunu nasıl yapacaktı ki?).

KE’ler için o dönemde kuşkusuz her türlü yalan uydurulmuştur. Öğrencilerin yönetime katılmaları üzerinden bunların komünist fikirleri yeşerttiği “suçlamasından” tutun, karma eğitim vermeleri üzerinden fuhuş yuvası olduklarına kadar her türlü iftira dolaştırılmaktadır. Dönemin CHP Eskişehir milletvekili Emin Sazak bir kapitalist çiftçi/toprak ağası karması olarak bu uygulamaya karşı sınıfının tepkilerini daha “düzeyli” bir yerden özetleyecektir: «Köylere giden Enstitü mezunları kendilerini birer Atatürk zannediyorlar». Meclis oturumunda H.A. Yücel, «Her birinin birer Atatürk olması temenni edilir» diye yanıtlayacaktır ama artık bu sözlerin bir karşılığı yoktur. 1946’da CHP yönetiminin hem iç hem dış güçlere karşı iktidarını koruma kaygısı öne çıkmıştır. Buna karşılık kırsal ve kentsel alanın yükselen egemen güçlerinin özgüveni artmıştır. 1920’lerin, 1930’ların Kemalist reformları egemen üretim ilişkileri bakımından bir tehdit olarak görülmezken, KE’lerin kurulu düzeni sorgulayan bireyler yetiştirmesi kadar büyük bir tehdit herhalde olamazdı. Cavit Orhan Tütengil de henüz 1948 yılında, “«İdealist nutukların semere vermeyeceği ancak Cumhuriyetin on beşinci yılından sonra anlaşılabildi» (Köy Enstitüleri, TÜSES Yn., 2000, s.65) derken radikal reformlardaki gecikmeye ve uygulama zamansızlığına vurgu yapmaktaydı.

KE’lerin kapatılma süreci 1946’da Hasan Ali Yücel yerine KE deneyimine başından beri karşı olan tutucu Reşat Şemsettin Sirer’in ME Bakanı yapılmasıyla başlar. KE’lerin 1946’da Köy Öğretmen Okullarına dönüşüm sürecini, Yüksek Köy Enstitüleri bölümünün 1947’de; eğitmen kurslarının da 1948’de kapatılması izler. İnönü, 1941’de yaşamı boyunca destekleme sözü verdiği KE’lerden desteğini 1946’da çekiverir. 1945’te ÇTK’nın Meclis’e sunulması bu bakımdan adeta bir anakronizm gibidir.

Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu: Nafile çaba

ÇTK tasarısı en az 15 yıllık gecikmeyle Meclis’e sunulabilmişti. Geçen yazımızda belirtmiştik: Balkan ülkelerinde toprak reformları, Osmanlı’nın son yüzyıllarında bu coğrafyada önemli bir yaygınlık kazanan büyük çiftlikleri hedefe koyarak 20. yüzyılın genellikle ilk çeyreğinde başlayıp tamamlanmıştı. Bu bakımdan ÇTK’nın 1945’te gündeme gelmesi basit bir gecikme olarak tarif edilemez. Ülkede sınıfsal ve siyasi dengelerin büyük ölçüde değiştiği, iktidarın gücünün iyice aşındığı; dünyada ise daha köklü denge değişikliklerinin olduğu, Türkiye’nin bu yeni güçler dengesinde Batı emperyalizminin hegemonyasını kabullenmeye ve çok partili sisteme geçmeye zorlandığı bir dönemde, ÇTK’nın gecikmesinden değil de nasıl olup da bu evrede gündeme gelebilmiş olmasından söz etmek daha doğru olacaktır! (Daha ayrıntılı değerlendirme için bkz. O. Oyan, “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Geçiş Döneminde 1950’li Yıllara Kadar Çiftliklerin Evrimi”, Vergi-Ordu Sistemleri ve Geçiş Tartışmaları, Yordam Kitap, 2023 içinde, s. 129-171).

Bu tasarı aslında CHP içindeki sol kanadın da son çırpınışlarındandır. Meclis’te kurulan ve büyük toprak sahiplerinin ağırlıkta olduğu Geçici Komisyon’da aylarca tartışılacak olan bu tasarı, yıllarca süren “hazırlığa” rağmen çok yetersizdir. Bunu Komisyon raporu da tespit etmekte, mülkiyetlerin dağılımı konusunda verilerin eksikliğine, çok geniş mera arazilerinin hesaba katılmamış olmasına, tarımdaki zayıf mekanizasyona ve sermaye eksikliğine çözüm önermemesine dikkati çekmekteydi. ÇTK’nın gecikmiş olmasına Komisyon da vurgu yaparken, büyük toprak sahiplerinden Adnan Menderes’in Genel Kurul görüşmeleri sırasında, “toprak reformunun 20 yıl geciktiği, bilhassa 1934’teki İskân Kanunu fırsatının kaçırıldığı, 1930 krizinden sonra toprak fiyatlarının düşmesinin yarattığı fırsatın kullanılamadığı” (TBMM Tutanak Dergisi, 16.5.1945, s.114) eleştirileri aslında hem doğrudur hem de tasarıyı çürütme bahaneleridir. Başka deyişle 1930’lar başında yapılacak bir toprak reformuna en başta karşı çıkacaklar arasında gene Menderesler, Emin Sazaklar yer alırdı.

Komisyon görüşmeleri sırasında Emin Sazak, Tarım Bakanı Hatipoğlu’na “Tasarıyı geri alırsan, Beylikköprü’deki 30 bin dönümü hibe ediyorum” der. Komisyon başkanı, “Kanunla alsak n’olur?” diye yanıtlayınca, “Kanunla olmaz, Devlet araziyi zorla alırsa, Eskişehir havalisinde Emin Sazak ölür. Sakın bu düzene dokunmayın” der. (D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Dün-Bugün-Yarın, 1.Cilt, 1971, Bilgi Yayınevi, s.322). Bu diyalog bize, kapitalist çiftçileşme yolundaki bir figürün bile yarı-feodal ilişkilerden hâlâ nasıl güç devşirdiğini gösterir.

ÇTK tasarısının mülkiyet dağılımı bakımından 1938 anketlerine dayanır ve bunlar gerçekten de çok yetersizdir. Bu ankete göre 500 dönüm üzerindeki işletmelerin sayısı 6 bindir! Oysa daha sonra bugün bile en güvenilir toprak sayımı olarak anılan 1950 sayımına göre bu sayı 40 bindir. Aradan geçen 12 yılda bu kadar büyük artış olması beklenemeyeceğine göre, 1938 verileri güvenilmezdir. Ama toprak sahipleri bunu da şöyle istismar edeceklerdir: Bu kadar az sayıda büyük mülkiyet varken bunları parçalamanın akıldışı olduğunu savunup asıl meraların dağıtılmasının çözüm olacağı konusunda daha ısrarlı olacaklardır. Esasında ÇTK da büyük kapitalist işletmeleri değil, “absanteist” denilen kasaba-şehirde oturup ortakçılarla/marabalarla toprağını işleten yarı-feodal toprak ağalarını hedefleyecektir. Ki buna rağmen duruma göre 2-5 bin dönüm araziyi de bu tür toprak sahiplerine bırakarak…

ÇTK tasarısı, etrafında koparılan büyük gürültüye rağmen, “dağ fare doğurdu” sonucundan başka bir yere varamayacaktır. Bu tasarı, CHP içindeki saflaşmaların billurlaşmasına nihai katkıyı yapacak, yeni kurulacak Demokrat Parti’nin (DP) kopuş gerekçelerinden de birini oluşturacaktır. 1948’de başlayan ve kâğıt üzerinde 1973’e kadar yürürlükte kalan ÇTK kapsamında dağıtılan toprakların toplam genişliği 2,2 milyon hektardan ibaret kalacaktır. (1945 öncesinde mübadeleyle ve diğer kanallarla gelen göçmenler başta olmak üzere dağıtılan toprak yüzölçümünün 1,1 milyon hektar olduğunu hatırlayalım). Olayın en ilginç yanıysa, ÇTK’nın ona muhalif olan DP eliyle uygulanmış olması, toprakların 1,8 milyon hektarının 1950’li yıllarda dağıtılmış olmasıdır. Dağıtılan toprakların yüzde 99’u da Hazine’ye, köy ortak mülkiyetlerine, vakıflara ait metruk topraklar ile bataklıklardan elde edilmiştir. Aslında bunda bir sürpriz yoktur, DP kendi sınıfsal karakterinden beklenebilecek tarzda bir icraat yapmıştır.

Ama tarımsal mülkiyetlerde asıl önemli altüst oluş bir toprak reformuyla falan değil, 1948’den itibaren tarımda ithal traktörleşmeyle simgelenen hızlı bir mekanizasyon dalgasıyla gelecektir. Meralar başta olmak üzere geniş alanların traktör gücüyle işlenmesi sonrasında, 1948 ile 1973 arasında işlenen yüzölçümü 12,7 milyon hektar genişleyecektir. Cumhuriyetin başından itibaren dağıtılan toplam toprak miktarının (1,1 + 2,2 milyon hektar=) 3,3 milyon hektardan ibaret olduğu düşünülürse, bunun ne kadar muazzam bir mülkiyet değişimi olduğu daha iyi anlaşılır. Büyük toprak sahipleri, 1946’da Geçici Komisyon’daki taleplerini makine gücünü ellerine geçirdikten sonra fiili işgallerle DP döneminde gerçeğe dönüştüreceklerdir. Bu elbette 1950’lerde ekstansif bir tarımdan (yani üretimi modern tarımla değil, toprak genişlemesi üzerinden arttırmaktan) başka bir yere götürmeyecektir. Tarım işçisi sayısını da 1950’de 357 binden 1960’ta 652 bine taşıyacaktır. Sözde toprak reformu uygulanırken topraksız tarım işçilerinin sayısı patlamaktadır! 1950 sayımında işledikleri alan 200 dönümün üzerinde olan 150 bin işletme vardır ve bunlar tüm alanların yüzde 43’ünü işlemektedirler. İşte traktörleşmeye erkenden geçen ve tarımdaki yağmadan aslan payını alanlar da bunlar olacaktır.

Sonuç olarak

Türkiye tarımında 1950 sonrasında olan, aslında bir “tersine toprak reformu” hareketinden başka bir şey değildir! Cumhuriyet kurucuları, kırsaldaki egemenlerin gücünü kırmaya cesaret edememenin bedelini sadece siyasi olarak kendileri ödemeyecektir, ülkenin 1950’lerden başlayıp AKP döneminde son sürat devam eden bir büyük yağmanın konusu olmasının kapısını ardına kadar açmış olacaklardır. 1967’de Abdi İpekçi’nin İsmet İnönü ile yaptığı söyleşi çok öğreticidir (Milliyet Gazetesi, 20 Kasım 1967): “Atatürk zamanında toprak reformu gibi, ağaların tahakkümü gibi problemler üzerinde durulmuş mudur?” sorusuna İnönü’nün yanıtı “Hepsinin üzerinde nazari olarak durduk. Ama işte yapılan işin derecesini, hududunu biliyorsunuz”. İpekçi: “O devirlerde arzu edilen bir toprak reformu, bugünkünden daha kolay gerçekleştirilemez miydi?”. İnönü: “Belli değil…”. İpekçi ısrar eder: “Neden?”. İnönü: “Biz buna dokunmadık, dokunulduktan sonra anlaşılır böyle şeyler”. Bu aslında, Cumhuriyetin cüretkâr devrimci kadrolarının sınıfsal güç dengeleri karşısında kendi sınırlarını itiraf etmesidir bir bakıma. 

Köy Enstitüleri meselesine dönersek, CHP, kendi geleceğini sağlama alma adına İkinci Savaşın bitiminden itibaren kendi çocuğunu yemeğe başlamıştır. Ama siyasi hesabı tutmayacak, kendi dayandığı tarihi ve toplumsal meşruiyet zeminini de yitirme sürecine girecektir. KE deneyinin sürdürülememesi, aynı zamanda, laik-demokratik ve üretken bir toplum inşası ufkunun da yitirilmesi anlamına gelecektir. Ekonomide devletçiliğin bağımsızlık ülküsünün hâlâ en gerekli koşulu olduğu bir dönemde, liberal sapmaya ve emperyalizmin yönlendirmelerine açılmak olacaktır. Tüccar- eşraf- toprak ağası- kapitalist çiftçi dörtlüsünün hakimiyetinin anakronik bir biçimde 1960’lara kadar uzatılması sonucunu verecektir. CHP, kırsalda mülkiyet yapısına ve kültürel ilişkilere iki zorunlu müdahaleyi en sona, kendi gücünün iyice aşındığı ve bölündüğü bir döneme bırakarak, aslında kendi varoluş koşullarını tartışmaya açmış olacaktır. Sonraki on yıllarda da bu sapmadan esaslı bir dönüş gerçekleştiremeyecektir. Devletçilik, laiklik, devrimcilik ve hepsini kavrayan cumhuriyetçilik ilkelerinin içini bir daha dolduramayacak, egemen ekonomik ve siyasi güçler karşısında bu ilkelerin tanımlarını esneten ve dolayısıyla anlamsızlaştıran savunmacı bir çizgiye hapsolacaktır.