Cumhuriyet düşmanları siyaseten birleşiyorlarsa, bu ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan cumhuriyetçiler de bir araya gelmeyi başaracaklardır, başarmak zorundadırlar. Hem de hiç vakit yitirmeden!
Muhalefetin biçimi ve içeriği
Oğuz Oyan
Önce bir öngörü ve bir saptamayla başlayalım. Öngörü, dinci-despotik iktidarın bugün artık despotizminin sınırlarına geldiğini düşünmenin son derece yanlış olacağına ilişkindir. Dinci-milliyetçi iktidar koalisyonu, arkasına tekmil dış güçlerin ve özellikle emperyalizmin desteğini almıştır; içerde de Kürt hareketiyle yeni ittifak geliştirmektedir. Dolayısıyla eski/yeni müttefiklerinin gözünde kullanım vadesi dolmamış (hatta içeride zayıfladıkça daha fazla tavize yatkın çok elverişli) bir seçenektir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, bugünleri bile aratacak bir faşizan gidişatın öngörülmesi ve muhalefetin buna göre konumlanması gerekir.
Saptama ise tam da bununla ilişkili: Her ne kadar iki aydır CHP’nin sürüklediği kitlesel mitingler (gecikmiş de olsa) yeni bir muhalefet biçimi olarak doğru yönde bir değişime işaret ediyor olsa da, kendini tekrarlayan ve içeriği derinleştirilmeyen bu tür toplanmalar bir süre sonra enerji yitirmeye mahkumdur. İktidarın gittikçe azgınlaştığı bir ortamda, bu mitingler giderek daha yetersiz kalacak hatta yapılmaları önüne yeni engeller getirilmeye çalışılacaktır. CHP tüzel kişiliğine ve yönetimine “Kurultay iptali” üzerinden tehdidin sürdürülmesi bunun sadece bir veçhesidir.
Şimdi soru şudur: CHP yönetimi iktidarın niteliği ve saldırı planlaması üzerinde ne kadar netleşmiştir? İktidarın sınıfsal/ideolojik kimliği konusunda doğru bir kavrayışa herkesin erişemediği konusunda ne yazık ki kuşkular sürmektedir. CHP adına konuşanlar arasında hâlâ iktidarın yanlış yaptığını, hata yaptığını, toplumun vicdanının bunun kabul etmediğini vurgulayanlar var. Ki halen milletvekili ama CHP Genel Başkan Yardımcılığı da yapmış bir akademisyenin 31 Mayıs’ta TELE 1’de tam da bu doğrultuda konuşmuş olmasını hayretle karşılamamak mümkün değildi. “Bu nasıl bir muhalefet anlayışı, nasıl bir siyasi analiz?” sorusunu sormak zorundayız. (Özgür Özel bile artık bu noktadan eleştirmiyor!).
Sadece adalet isteyerek, bağımsız ve tarafsız yargı talebiyle sınırlı kalarak, hatta İmamoğlu’nun tutuklanmasına cepheden itirazı bırakıp onun tutuksuz yargılanmasını talep etmeye gerileyerek veya duruşmanın TRT’den canlı yayınlanması gibi içi boş istemlere sarılarak, açılmış uydurma davalara dolaylı meşruiyet kazandırılmış olunmaktadır! Erken seçim talebi de belki 2024 seçimleri hemen sonrasında anlamlı olabilirdi ama bugün yükseltilmesi gereken bu talep olamaz. Özellikle de Erdoğan’a yeniden aday olma fırsatını adeta bir ikram gibi sunarak. Yapılması gereken, muhalefet belediyelerine karşı yürütülen operasyonun başındaki Erdoğan’ın istifasını talep etmek ve bunu meydanlara toplanan on binlere/yüz binlere söyletmektir. İktidarın aydınlanma ve laiklik karşıtı gerici kimliği, karşıdevrimci niteliği sergilenmeden, emek karşıtı sınıfsal kimliği ve emperyalizmle işbirlikçiliği teşhir edilmeden AKP karşıtlığı yapmak, düzen-içi bir muhalefet sınırları dışına hiç çıkamamak demektir. Bunun da kitlelere verebileceği fazla bir şey yoktur.
Aslına bakılırsa iktidar yanlış yapmıyor; tam tersine kendi meşrebine göre en doğrusunu yapıyor. Bunu kavramadan ne bugün şiddetlenen baskı rejimi anlaşılabilir ne de doğru bir muhalefet çizgisi geliştirilebilir. Çünkü o zaman iktidarı halkın vicdanına şikayet etmekten başka çıkışınız olmayacak demektir. İktidar yanlış değil doğru yapıyor çünkü kendi amaç setine varmak üzere en doğru araçları seçiyor. Nedir iktidarın amaç seti? Bağımsızlıkçı, laik temellere sahip Cumhuriyeti tümüyle yıkarak kendi İslamcı cumhuriyetini kurmak. Burada ne demokrasiye ne demokratik kurumlara ne güçler ayrılığına yer vardır. Şeriat düzeni peşindeki siyaset esnafının vicdanı da olamaz.
Bu amaç setine ulaşabilmek için 2017 Anayasasıyla tek adamla temsil edilen bir yürütme biçimi kurulmuştur. Bu bir hata falan değildir. Türkiye gibi 150 yıllık bir anayasal tarihi olan ve Osmanlı öncesinden beri sadrazamlık/başbakanlık kurumuna sahip olan bir ülkede bunun topluma/siyaset alanına kabul ettirilmesi kolay değildi. Hukuk dışına çıkışlar ve şimdilerde yeni anayasa baskısı bunun için kurulmakta. Bu bakımdan, anayasa komisyonuna üye vermemek ama anayasa değişikliğinden başka bir yere götürmeyecek olan “açılım süreci” için TBMM bünyesinde kurulacak bir komisyona, “fikrin sahibi biziz” gerekçesiyle üye vermeye hevesli olmak, bugünkü Meclis bileşiminde (ki o bileşimin iyice sağa kaymasına 2023’teki CHP yönetiminin ciddi anlamda katkısı olmuştur) bir “tuzağa çekilme” görüntüsü vermektedir.
Laik bir hukuk devletini çiğnemek için devletin kolluk ve yargı üzerinden zor kullanımı araçlarının harekete geçirilmesi şarttı. Yargının adalet zeminine çekilmesi talepleri bu nedenle adeta bir duvara karşı söylenmektedir. Keza emperyalizm ile meclis denetimini dışlayan dolaysız bağlar kurulması, 1 Mart 2003 tezkeresi gibi “yol kazalarının” bir daha yaşanmaması için, yasamanın da artık tek seçilmiş adamdan oluşan yürütmenin tamamen kontrolüne alınması içindir.
Sermayenin en gerici iktidarı olan bugünkü dinci-despotik rejim kendi hedefine yürürken seçimleri de bir araç olarak kullandı; ancak artık o aracın aşındığını, artık kendi lehine çalıştırılamayacağını görünce, doğrudan genel oy hakkına saldırmaya başlaması sürpriz olmamalı. Yerel yöneticileri, muhalefete aitlerse, kriminalize ederek siyaseten tasfiye etmeye yönelinmesi de öyle. Siyasal İslam temelli bir yeni rejim inşasının da “toplumsal rıza” üretilmesi üzerinden sağlanamayacağı 2015 sonrasının seçimleriyle (ve özellikle 2024 seçimiyle) iyice belli olduğuna göre, siyasi rekabetin ortadan kaldırıldığı, siyasi münavebenin fiilen sona erdirildiği bir yeni ortamı yaratma iktidar açısından kaçınılmazdır.
Kısacası, AKP despotizmi hem bir araçtır hem de giderek amaçlanan rejimin zorunlu bir parçasıdır. Araçtır, çünkü zor unsuru olmadan hedefe/menzile varmak imkansızdır. Ama aynı zamanda, hedefe varıldığında dahi, elden bırakılmaması gerekir, çünkü yeni rejimin korunması için de koyu bir despotizm şart olacaktır. O halde dinci-despotik iktidar kavramı bugünkü rejimin en tanımlayıcı sıfatıdır.
Özetle, iktidar kendi açısından hiçbir biçimde hata yapmamakta ve hedefine yürümektedir. Bunu hâlâ kavrayamayanlar ise büyük başlangıç hatalarını sürdürmektedirler.
Tekrar başa dönelim: Bugünkü iktidar bloğu, verilen ödünler ne olursa olsun, hedefe ulaşmak için her türlü dış desteği yanına/arkasına almak durumundadır. Bu nedenle şu anda Türkiye’nin jeo-stratejik konumunu emperyalizme pazarlayarak kendisini vazgeçilmez bir iktidar katına yükseltmek derdindedir. Bunu da büyük ölçüde başarmıştır. Emperyalist güçler, kolu kanadı kırılmış bir iktidarı ve onun güçler birliğini temsil eden tek adamını muhatap kabul etmeyi kuşkusuz tercih ederler. ABD ve NATO bu nedenle RTE ve AKP’nin tam destekçisi konumundadır. AB de çok büyük ölçüde aynı durumdadır. Dolayısıyla CHP’nin biz daha AB’ci, daha NATO’cuyuz, emeğin yanındayız ama sermayenin çıkarlarını da daha iyi gözetiriz tavırlarıyla bir milim mesafe kat etmesi imkanı yoktur. (Belediye “itirafçılarının” yüzde 90’ının sermaye kesiminden olması tesadüf mü?).
***
Sonuç olarak, Türkiye’de anti-emperyalist ve devrimci bir sürecin en önemli kazanımı olan Cumhuriyet’e karşı karşıdevrimci bir meydan okuma döneminden geçilmektedir. Nasıl ki anti-emperyalizm, aydınlanmacılık ve cumhuriyetçilik tarihsel bir buluşmanın ürünüyse bugünkü karşıdevrim sürecinin de bunların üçünü birden hedef aldığı bir konjonktürden geçilmektedir. Nasıl ki dinci-despotik Türk dinciliği ve milliyetçiliği, dinci-etnik Kürt milliyetçiliğiyle Cumhuriyet karşıtlığı ekseninde ve bir emperyalizm projesi çerçevesinde kolayca buluşabiliyorsa, cumhuriyetçi güçlerin de etkili bir cephe oluşturmakta hiç duraksamamaları gerekir.
Cumhuriyet düşmanları siyaseten birleşiyorlarsa, bu ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan cumhuriyetçiler de bir araya gelmeyi başaracaklardır, başarmak zorundadırlar. Hem de hiç vakit yitirmeden!