Asıl mesele şu ki, hem liberallerin hem de kendilerini "sosyal demokrat" olarak niteleyenlerin 1980 ve 2000'lerin dönüştürme programlarıyla temel bir sorunları yok.
Liberaller ekonomide güvenilir midir?
Oğuz Oyan
"Bu da nereden çıktı" diyenleri duyar gibiyim. Liberallerin siyasette zerre kadar güvenilir olmadığını test etmekten yorulmuş bir toplumda bu soru abes kaçabilir. Bütün FETO kumpaslarında, Kabataş yalanının arkasına hizalanmakta, AKP anayasalarına destek vermekte ve onun tüm Cumhuriyet yıkıcılığı projelerinde birbiriyle yarışan bu zevatın hâlâ bir itibarı kalmış gibi ciddiye alınamayacağı açık olmalı.
Ama iş ekonomiye gelince liberallerin yeniden sahneye çıkmaya heveslendiği görülmekte. Kuşkusuz bunlar siyasi liberallerle tamamen çakışmıyor olabilir. Hatta bunların bir bölümü siyasi liberallerin önceki pozisyonlarını şiddetle eleştiriyor da olabilirler. Ama AKP'nin M. Şimşek döneminde uyguladığı "ekonomik programa" destek vermeleri veya en azından bu programın alternatifinin olmadığı yönünde bir "kredi" açmaları nedeniyle saflarını yeniden AKP'ye hizalamış durumdalar. Bu zevatın desteğinin AKP/Şimşek uygulamaları açısından önemsiz olmadığını da görebilmek gerekiyor. Bu yazı bunun için yazılıyor.
Uygulamanın ana ekseni örtük bir IMF yaklaşımıdır: Gelir artışlarını (ücretler, emekli maaşları ve çiftçi gelirleri) fiyat artışlarının gerisinde, faizleri ise enflasyonun üzerinde tut. Bu basit formül başka şekilde de ifade edilebilir: Ekonomiyi daralt ki enflasyon dizginlensin. Peki kimin ekonomisi daraltılacak? Milli gelirin üçte birine bile el koyamayan büyük çoğunluğun, başta da ücretlilerin. Bu emek ve halk düşmanı politikalar her zaman liberalleri cezbeder. Çünkü olay sınıfsaldır ve partiler değişse de liberallerin sermaye-severliği değişmez.
Peki işin ahlaki boyutu?
Bu politikaların yol açtığı ve açacağı büyük bölüşüm şoklarına ve bunların ahlaken savunulabilir hiçbir yönünün olamayacağına girmiyorum. Bu politikaların "kaçınılmaz" olduğu yalanına da burada girmiyoruz. 1980'lerden itibaren "başka alternatif yok" (TİNA) çarpıtmasına yeterince yanıt verildi. Türkiye'de 1980'lerin ve 2000"lerin "başka alternatif yok" uygulamalarının (Türkiye'yi teslim almaya yönelik IMF/DB nezaretindeki büyük yapısal dönüştürme operasyonlarının) sonuçlarını da bugünlerde yaşamaktayız. Asıl mesele şu ki, hem liberallerin hem de kendilerini "sosyal demokrat" olarak niteleyenlerin 1980 ve 2000'lerin dönüştürme programlarıyla temel bir sorunları yok.
Buradan devam edebilirdik ama bizi daha tâli gibi görünen başka bir mesele ilgilendiriyor bu yazıda. Şöyle deniyor: 'Neoliberal programa (burada Şimşek yönetimindeki programa) karşı olabilirsiniz, ama bu programı uygulayanların ahlaki kodlarını sorgulayamazsınız/karalayamazsınız. Onlar yalan söylemezler, halkı aldatmazlar, aldatıcı istatistiki veriler yayınlamazlar, yolsuzluklara göz yummazlar, kamu ekonomisini haksız zenginleşmelerin kapısı yapmazlar, kamuda savurganlığa, usulsüzlüğe yer vermezler, liyakat dışı yöneticilere yol vermezler, vs. vs.' Önceki cümlenin başına "şöyle deniyordu" demek artık herhalde daha uygun düşecektir. Çünkü bütün bunların palavradan ibaret olduğu Şimşek takımının 1,5 yıllık icraatından sonra artık belli olmuş olmalı. (Gerçi Şimşek'in 2007-2018 dönemi icraatını yakından izlemiş olanlar bunun zaten farkındaydılar).
Şimşek'in, yolsuzluk ekonomisine, çarpık ihale sistemine, üniversite idarecileri dahil olmak üzere tüm kamuda liyakatsizlik ve kayırmacılık üzerine inşa edilmiş yönetim politikasına çok bir şey yapamayacağı zaten önceden belliydi denilebilir. Peki ama israf ekonomisinde kendisinden ve bakanlığından başlayarak hiç mi adım atamazdı? TÜİK'in güvenilir veri açıklamasına hiç mi müdahale edemezdi? (Ya da neden edemezdi: Çünkü TÜİK'in TÜFE'si Türkiye'de en belirleyici bölüşüm kategorisi haline gelmişken ve "vurun abalıya" politikası geçerliyken, niçin TÜİK'e çeki-düzen verilsin ki?). Çift maaş/hakkı huzur sistemine ancak bu kadar mı müdahale edebilirdi? (Ya da zaten daha fazlasını yapmak istemez miydi?). Tasarruf tedbirleri diye diye sadece 100 milyar TL'lik olduğu söylenen bir paket mi ortaya çıkarılabilirdi? Vergi reform paketi diye getirilen (ve birçok hükmü teklife dönüşmeden taslaktan çekilmek zorunda kalan) garabetten sadece 50 milyar TL küsurluk bir gelir beklentisine mi ricat edilirdi? Peki 2024 yılında sermayeye dönük 1,6 trilyon TL'lik vergi ayrıcalıklarına dokunamadan dezenflasyon programı nasıl çalışabilecek?
Ya IMF de işin içinde olsaydı?
Bazı liberallerin bir savı da şu olacaktır: 'IMF ile resmi program yapılmış olsaydı bunların bir bölümünde daha çok mesafe alınabilirdi; Şimşek ne yapsın, kemikleşmiş çıkar ilişkileri karşısında pek yalnız!' Bunun da büyük ölçüde bir "şehir efsanesi" olduğunun altını çizmek gerekiyor.
IMF ve DB'nin Türkiye'de uyguladığı programların ne büyük çarpıtmalar ve ne gibi kuyruklu yalanlar üzerine inşa edildiğini bilenler açısından böyle bir iddianın ciddiye alınması bile mümkün olamaz. Daha önce çok yazıp konuştum; burada birkaç örnek vermekle yetineceğim.
1980'lerdeki IMF/DB programının (24 Ocak Kararlarının) 12 Eylül faşist darbesi sayesinde uygulanabildiğini ve bunun emperyalizmin güdümündeki uluslararası mali kuruluşları hiç rahatsız etmediğini geçelim. 2000 yılı IMF/DB programının da (bizzat IMF'nin kasıtlı program hatasıyla) 2001 kriziyle tökezlemesinden sonra, 12 Eylül rejiminin rolünü oynayacak bir dinci-liberal iktidar alternatifinin nasıl sahneye çıkarıldığını da geçelim. 2000 programının ve sonradan 2001'deki devamının gerekçelerinin nasıl kocaman yalanlar etrafında örülmüş olduğuna çok kısaca değinelim.
IMF ve DB Türkiye tarımında dünyada o zamana kadar hiç uygulanmamış ölçekte bir liberalizasyon programı uygulamakta kararlıdırlar. Türkiye, kendi ellerine bırakılmış bir laboratuardır ve yerli siyasilerin ve sermayenin itiraz etme takati kalmamıştır ve esasen 1990'lı yıllar boyunca bürokrasi ve siyaset buna hazırlanmıştır. Bütün tarımsal desteklerin kaldırılıp yerine 6-7 yıl için bir doğrudan gelir desteği (DGD) sisteminin getirilip, çiftçiye üretmese dahi destek verme kapısının açılması ve bu arada tüm girdi üreten ve destekleme alımı yapan tarımsal KİT'lerin hızla özelleştirilmesi veya tasfiyesi sayesinde tarımın dışa bağımlılığının pekiştirileceği hesabı yapılmıştır. Dünya gıda/girdi tekellerinin programı yürürlüktedir. Önce Ecevit Hükümeti sonra da Erdoğan Hükümeti buna tamamen taraf durumdadır. Toplum, güçlü bir siyasi refleksle Ecevit Hükümetini düşürmüş ama yerine gelen din/Allah takviyeli Erdoğan iktidarına teslim olmuştur. Dış sermaye yanında iç sermayenin de desteği tamdır.
Programın itirazsız kabulü için iri yalanların zamanıdır. Hepsini saymamız olanaksız. Şunları sıralayalım: -'Tarım bir kara deliktir; tarımsal destekler milli gelirin yüzde 10'una varmıştır'. Dört kata varan bu abartının arkasında, Ziraat Bankası'nın bütün kredilerinin tarıma gittiği (ki çoğu ticari kesime gitmektedir), Banka'nın en düşük kredi faizleri ile piyasa faizleri arasındaki fark kadar bir sübvansiyon içerdiği (oysa Banka'nın sübvansiyonlu kredi hacmi pek düşüktü; örneğin Tariş'in ZB'den aldığı kredilerin faizi yüzde 120'ün üzerindeydi, 6 ay içinde ödenmezse yüzde 200'ü buluyordu!) çarpıtmaları bulunmaktaydı.
- 'Tarıma veren destekler gerçek hak sahiplerine gitmemektedir'. Bunun arkasındaki kuyruklu yalan şudur: Tarıma pamuk prim desteği olarak 18 milyar dolarlık bir destek verilmiş ama bunun sadece 315 milyon dolarlık kısmı üreticiye ulaşmıştır. Gerçek ise şudur: Pamuk desteklemesi için Hazine TCZB'den 1993'te 315 milyon dolar kredi almış ve bunu özellikle üç birlik (Tariş, Çukobirlik, Antbirlik) aracılığıyla pamuk üreticisine ulaştırmıştır. Hazine daha sonra TCZB'ye 700 küsur milyon dolar geri ödeme yapmasına karşın Banka'ya borcu 2000'e kadar çığ gibi katlanarak 18 milyar doları bulmuştur. Neden? Çünkü Hazine'nin borcuna dolar bazında yüzde 100'ü aşan faizler işletilmiştir. Tekrar neden? Çünkü Hazine'nin TCZB'den sebepsiz borç almasından başlayarak ortada dönen bir dümen vardır; TCZB batak durumdadır ve kurtarılması gerekmektedir. Yerli ekonomi bürokrasisi ile IMF/DB'nin çıkarları örtüşünce bu büyük yalan uydurulmuştur. (IMF'ye verilen Niyet Mektubu'na da yazılan bu yalanın hiç iz bırakmadığı düşünülmesin; 2000'lerin başında bazı Tariş yöneticileri beni arayarak "bu destekler nereye gitmiş olabilir hocam?" diye sorgulamışlardı)! Niyet Mektubu'nu imzalayan Ecevit Hükümetinin bu dolduruşlarla epey bir hizaya getirildiğini de kolayca tahmin edebilirsiniz...
- Dünya Bankası da hem Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri'nin kısmi tasfiyelerini içeren bir yasa tasarısını hazırlamış hem de 'tarımsal desteklerin sadece zengin çiftçilere gittiği' yalanını ısrarla gündemde tutmuştu. Ne var ki, DB 2004 yılında hazırlattığı bir raporda, DGD sisteminin zengin çiftçilere yaradığı gerçeğini kabul etmek zorunda kalmıştı. Ama artık iş işten geçmişti. 30 milyon dönüm tarım toprağı terk edilmiş, 3 milyon çiftçi üretimden çekilmişti. DGD de zaten 2007'de son bulacaktı.
Sonuç
Ama asıl amaç hasıl olacaktır. Tarım desteksiz bırakılacak, 2006 tarihli Tarım Kanunu'nun destekleme tutarına alt sınır getiren hükmüne asla uyulmayacak, çiftçi destekler yetersiz kalınca banka borçlarına mahkum edilecek ve mülksüzleşme süreci hızlanacak, önceden net ihracatçı olan tarım sektörü net ithalatçı konumuna geriletilecek, girdi bakımından dışa bağımlılık son haddine taşınacaktır. Bütün bunların sonucunda Türkiye genel enflasyon düzeyinin hep üzerinde gıda ürünleri fiyatları artışına maruz kalacak ve bu bakımdan dünyadaki eğilimlerden negatif anlamda ayrışacak; tarımsal faaliyetlerin sürdürülmesinin giderek zorlaştığı bir ülke konumuna gerileyecektir.
Peki Şimşek "programı"nın ve liberallerimizin buna karşı çözümü nedir acaba? Çay, buğday gibi ürünlerden sonra şimdi de fındık alım fiyatlarını en düşük seviyelerde belirlemek. Burada tekrar başa dönebiliriz: Gelirler yönetimi politikası iş başındadır. Ama 10 yıl sonra Türkiye'de küçük-orta boy tarımsal üretici bulunabilecek mi, çok kuşkuludur.
Emekçilerin en büyük sınıf düşmanı uygulanan bu politikalar ve onların arkasındaki güçlerdir.