İktidarın İzmir saplantısı

Oğuz Oyan'ın "İktidarın İzmir saplantısı" başlıklı köşe yazısı 22 Kasım 2012 Perşembe tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Türkiye gibi yarım demokrasilerde otoriter bir rejim inşası, ister istemez totaliter olmaya yönelir. Aksi halde otoritenin zaafa uğrayacağı, projenin hedefe ulaşamayacağı düşünülür.

Bu nedenle nüfusun ve coğrafyanın tümü üzerinde hâkimiyet kurulmak istenir. İzmir ve benzeri istisnalar asap bozucudur çünkü otoritenin paylaşılmasını gerektirir. Tıpkı aile bireylerinin tümü üzerinde otorite kuramayan bir babanın, öğrencilerin bir bölümüne söz geçiremeyen bir öğretmenin, müdürün, çalışanların tümünü yola getiremeyen, örgütlenmelerini engelleyemeyen bir yöneticinin, sermayedarın otoriteyi paylaşmak zorunda kalacağı gibi…

2004 yerel seçimleri öncesinde Başbakan iri bir laf etmiş, “İzmir’i almazsak bu seçimleri kazanılmış saymam” demişti. Bu iddialı hedefi 2007, 2009, 2011 seçimlerinde tekrarladı durdu. 2010 referandumu dahil hiçbirinde istediğini alamadı.

2004 hezimeti sonrasında AKP İzmir’i cezalandırarak düşürmeyi denedi. İzmir yatırımlardan adeta yoksun bırakıldı İstanbul ve Ankara’nın çok gerisine itildi. Verilmek istenen mesaj, “bize oy verirseniz kalkınırsınız” idi bu mesaj ters tepti. 2009’da ağır bir yenilgi aldı 30 ilçeden sadece birinde, o da 16 oy farkla, adayını seçtirebildi.

2011 seçimlerine bir ay kala bu defa İzmirlilerin seçtiği yerel yöneticilere operasyon yapılarak, birçoğu tutuklanarak, İzmir BB Başkan ve yöneticilerinin itibarsızlaştırılması, gözlerinin korkutulması denendi.

Bu karalama, yıldırma ve sonuçta da seçmeni teslim alma hamlesi de derde deva olmadı İzmirli sert tepki verdi. Ama düzmece çete suçlamalarından sonuç almak gerekiyordu, iktidarın da itibarı söz konusuydu bu yüzden Kasım 2011’de ikinci bir tutuklama dalgası geldi. Ama tepkiler çığ gibi büyüdü. İktidar, yargısına geri adım attırdı 2012 yaz başında davada tutuklu sanık kalmadı.

Ama, “yılmak yok, İzmir’e saldırıya devam” şiarıyla, bu defa yatırımcı bir görünüme de bürünerek, Aralık 2011’de bir vergi operasyonu başlatıldı. AKP’li belediyelerdeki denetçi ve müfettişlerin toplamından fazlası sadece İzmir’de görevdeydi. Öküz altında buzağı aranıyordu. Hiçbir belediyenin mükellef sayılmadığı kurumlar vergisi, İzmir BB’nin kira gelirlerinden isteniyordu. Oysa Ankara ile İstanbul BB’leri İzmir’in 3 ila 15 katı kira ve benzeri gelire sahip olmalarına karşın böyle bir vergi incelemesi ve tahakkuku ile muhatap bile olmuyorlardı. Eylül 2012’de daha da ileri gidilerek, Sasalı Doğal Yaşam Parkı gelirleri yönünden de İzmir BB kurumlar vergisi mükellefi sayılıyordu! Oysa, hayvanat bahçeleri gelirlerinin vergi konusu olmasının emsali bulunmuyordu… Kaldı ki, kurumlar vergisinin temel ilkeleri de çiğneniyordu: Kurumlar Vergisi safi kurum kazançları üzerinden alınır, gelirler üzerinden değil (Sasalı’nın giderleri gelirlerinden fazladır). Ayrıca, ayrı bir tüzel kişiliği olan bir iktisadi kamu kurumunun varlığı gerekir. Ama ne gam, düzmece iddianamelerden düzmece vergi tarhiyatına geçiş çocuk oyuncağıdır.

Bütün bunlar yetmezdi elbet. Taşeron uygulamasını bitirmiş, tarım kooperatiflerini destekleyerek toplumcu belediyecilikte çığır açmış bir “kötü örneğin” önünün mutlaka bu defa serbest işgücü piyasası tarafından kesilmesi gerekirdi.

Bu nedenle İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ulaşım kurumu ESHOT personel ihalesine çıkınca, kendisini besleyen Büyükşehir şirketi İZELMAN’ın ihaleyi almasını engelleyecek bir teklif, Deniz Feneri ile irtibatlı bir yandaş şirkete verdirilmişti. Bu, basit bir piyasa hamlesi, sadece taşeron uygulamasını yeniden sahneye çıkaracak bir operasyon değildi kuşkusuz. Siyasi hedefleri olan, İzmir BB’ni içerden teslim almaya veya alamazsa karıştırmaya ve yeni bir iddianameye zemin hazırlamaya yönelen organize bir işti. Son olarak, Dikili’nin toplumcu belediye başkanı Osman Özgüven’e de bir yargı kuşatması yöneltiliyordu.

İktidarın saldırganlığının artışı, bir düşüşe geçme sendromudur. Geçmiş 10 yıla bakılırsa, bu gözü dönmüşlük İzmir’in, İzmirlinin gözünü korkutmaz, tepkisini biler!