Dünya krizi nereye?

15 Kasım 2012 tarihli günlük soL Gazetesi'nde DEĞİNMELER adlı köşede yayınlanmıştır. Oğuz Oyan, soL Gazetesi'nde Perşembe günleri yazmaktadır.

ABD seçimleri tamamlandı şimdi ekonomi ve dış politika öne çıkacak.

Ekonomide daha daraltıcı politikalar gündeme gelecek. Bunun anlamı, daha çok vergi daha az hizmet! Sınıfsal çözümlemesi ise şöyle: Finans şirketlerine ve uluslararası sanayi firmalarına kamu kaynaklarının bol kepçe servis edilmesinin yarattığı bütçe açıklarını kapatmak için şimdi halk “nöbete” çağrılıyor. Özetle, emek kesimi krizin yükünü sırtlamaya zorlanacak.

Bu yaygın refah kaybını kitlelere kabul ettirebilmek için devreye her zamanki gibi dış politika mı sokulacak? Bu ikna sürecinin bir parçası olarak bölgesel gerginlikler ve savaşlar körüklenecekse o zaman bütçe açığı daha büyüyecek. Bu, sosyal bütçenin daha da küçültülmesiyle karşılanabilecek. Bu kısır döngü, kitlelerin iknasının zorluğunu gösteriyor. Meğer ki, sistemin zorba yüzü kendini daha fazla göstermesin.

AB cephesinde Avro krizi ise şimdilik Yunanistan’a iki yıl ek süre tanınmasıyla geçiştirilmek isteniyor. Ama bu derde deva değil, çünkü sırada çok daha büyük bir ekonomi -İspanya- duruyor.

Bu arada, 18 Ocak 2012’de Merkel-Sarkozy öncülüğünde kabul edilen ve daraltıcı maliye politikalarını öngören “Bütçe Paktı”na dönük F. Hollande yönetiminin rezervlerinin ortadan kalkması sonucunda şimdi “devletin küçültülmesi” politikaları tüm Avrupa’yı saracak. Maastricht’in 20 yıldır sadık kalınamayan üç temel ilkesine, daha sıkı sarılınacak: GSYH’ya oranla kamu borçları yüzde 60’ın, bütçe açıkları yüzde üçün altında tutulacak enflasyon yıllık yüzde 3’ü geçemeyecek. Bütün bunlar İspanya’nın ve tüm Güney Avrupa ülkelerinin işlerini daha da zorlaştıracak. Ama daha zengin Avrupa’yı da olumsuz etkileyecek. Avro’nun ve AB’nin geleceği daha fazla sorgulanır olacak.

Gerçekte Avro uygulaması, üye ülkelerin iktisat politikalarını ve ekonomik düzeylerini birbirine yakınlaştırmak yerine, ülkeler arasındaki eşitsizliklerin büyümesine neden olmuştu. 1997 yılından itibaren döviz kurlarının sabitlenmesi ve faiz oranlarının eşitlenmesi sonucunda Güney Avrupa ülkelerinin rekabet gücü azalırken, emek üretkenliğinin yüksek olduğu Alman ekonomisininki artmıştı. Almanya’daki ücret artışlarının Güney’deki artışların gerisinde kalması da Almanya lehine dış ticaret avantajı yaratmıştı. Böylece Almanya ihracat fazlalarını sürekli arttırırken, Güney’de dış ticaret açıkları büyümüştü. Güney’in bu açıkları, Almanya başta olmak üzere Kuzey’den gelen sermaye girişleriyle karşılanmış ve bu, konut sektörü gibi verimsiz alanlarda büyük sermaye yığılmalarına neden olmuştu.

2008 sonrasının kriz döneminde ise daha güvenli kabul edildiği için bu defa Almanya sermaye akımlarını kendine çekmiş ve böylece kamu borçlarını tarihsel olarak en düşük faiz oranlarından finanse edebilme olanağına kavuşmuştu. Ezcümle, “tembel Güneylilerin Alman vergi mükelleflerini sömürdüğü” savı bir uydurmacadan ibaretti.

Peki 2008 sonrasında Avro bölgesinde kamu borcunun GSYH’ya oranını ortalama yüzde 60’lardan yüzde 80’lere fırlatan neydi? ABD’de olduğu gibi, neoliberal birikim modelinin finansal krizine çare olarak -o hep kötülenen- devlet müdahalesinin devreye sokulmasıydı.

Spekülatif kârlar peşinde koşarken yüksek riskler alan mali sermayeyi ve sınai kârlarının azalmasını finansal alana kaçışla telafi eden büyük sermayeyi kurtarmanın bedeli şimdi emekçilere bindirilmek isteniyor. Bedelin adı, daha yüksek vergiler, daha az kamu (sosyal) harcaması, daha düşük ücretler. Sermaye için öngörülen bir bedel, örneğin sermayenin ve servetlerin etkin vergilendirilmesi gibi önlemler torbada bulunmuyor. Daraltılan ekonominin sonucu olarak ise -IMF’ye göre 10 yıl sürebilecek- marazi bir durgunluk kapıda bekliyor.

Temel soru ise açıkta duruyor: Emekçiler buna rıza mı gösterecek, yoksa gerçek bir sol siyasetin saflarında örgütlü mücadelenin yolunu mu seçecek?