Kurucu parti CHP’nin asıl radikal reformlarını sona bırakması, toprak reformsuz bir burjuva devriminin sonuna kadar götürülebileceğini zannetmesi tarihi bir hata olmuştur. Bedeli sonraki on yıllarda ödenmiştir, hatta günümüzde dahi bedel ödenmeye devam edilmektedir.
Cumhuriyet ve devrimci dinamikleri
Oğuz Oyan
19 Nisan 2025’te Ankara/Elmadağ/Hasanoğlan’da geniş katılımlı bir Köy Enstitüleri Toplantısı yapıldı. Hasanoğlan’ın simgesel ve elbette tarihi bir değeri vardı; Köy Enstitülerinin (KE) en görkemli uygulaması burada yapılmıştı; Yüksek Köy Enstitüsü örneği de burada yaşama geçirilmişti.
19 Nisan etkinliği Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) öncülüğünde çok sayıda ilgili kuruluşun katılımı ve desteğiyle yapıldı. Açılış konuşmaları yapan kuruluşları konuşma sıralarıyla sayarsak, Cin Ali Eğitim ve Kültür Vakfı, Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu Mezunları Derneği, İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği. Elmadağ Belediyesi’nin çok değerli mekan ve eleman desteğini de bunlara eklemek gerekir.
Birinci oturumun ilk konuşmacısı olarak benim konuşmam da bir nevi açılış konuşmasıydı. “Cumhuriyetin Devrimci Dinamiklerini Aşındıran Sınıfsal İttifaklar”, “Toprak Reformsuz Bir Burjuva Devrimi” üst ve alt başlıklarını taşıyan ve slaytlar halinde sunduğum bu bildiriyi burada özetlemeye çalışmak istiyorum. Bu konuya, özellikle “toprak reformu” konusuna ilgimin yeni olmadığını, 1978’de savunduğum doktora tezimin ikinci cildinde (ki birinci cildi Türkçeye çevrilerek Yordam Kitap’tan 2016’da yayınlandı ama bu ikinci cildi yayınlanmadı) yer verdiğimi; daha sonra Ocak 2018’de Girit’te Halcyon Enstitüsü’nün “Çiftlikler” konusunda düzenlediği uluslararası sempozyumda “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Geçiş Döneminde 1950’li Yıllara Kadar Çiftliklerin Evrimi” başlıklı bildirimde (bu bildiri, 2023’te Yordam’dan çıkan ve makalelerimi derleyen kitapta yer aldı) yeniden ve genişleterek ele aldığımı; 16 Kasım 2023’te ODTÜ Sosyalist Düşünce Topluluğu’nun düzenlediği bir toplantıda “Cumhuriyet Devriminin Güçlü ve Zayıf Yanları” başlığı altında yeniden konuya döndüğümü belirtmek isterim. 19 Nisan 2025 toplantısındaki sunuşumda ise, Köy Enstitüleri deneyimi ile toprak reformu meselesini birlikte merkeze alarak konuyu tartışmaya çalıştım.
Kuruluş dönemi siyasi/iktisadi dinamikleri
Cumhuriyet dönemi, geçmişle radikal bir kopuştur. Kuşkusuz Cumhuriyet öncesinden atılmış tohumlar vardır, Tanzimat sonrasının, 1876 ve özellikle 1908 dönüşümlerinin etkileri vardır, devrimin yönetici kadroları Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiştir ama gene de Cumhuriyet Devrimi 600 yıllık bir Osmanlı devletinin 15 yılda kökten dönüştürülmesi gibi bir iddiayı içerir.
Bu iddia esas olarak hem üretim ilişkilerinde hem de üstyapıda feodal izlerin silinerek yerlerine kapitalizmin mülkiyet ve üretim ilişkilerinin ve bunlara denk düşen hukuki üstyapısının kurulması mücadelesidir. Bu anlamda kurtuluş ve kuruluş dönemleri tarihin olağanüstü hızlandığı zaman dilimleridir. 1920’ler esas olarak anti-feodal dönüşümlerin hız kazandığı ama burada siyasi, hukuki, idari, kültürel dönüşümlerin önden gittiği bir dönem olarak belirir. Bu bir burjuva demokratik devrimidir. 1908’in niteliksel olarak da çok büyük farkla aşılmasıdır. Birçok bakımdan 1789 Fransız Devrimi’nin izindedir ama 1917 Sovyet Devrimi’nin de etkilerini taşır. Esasen Sovyetlerle kurulan maddi ilişkiler hem kurtuluş hem de kuruluş dönemlerinin vazgeçilmezidir.
1919’dan itibaren çıkılan yol, bağımsız bir ulus devletin kurucu ögelerinin inşası mücadelesidir. Bu, her şeyin temelindedir. Başta Mustafa Kemal olmak üzere önder kadroların bunun yalnızca toprak/sınır egemenliğini sağlayan bir kurtuluş savaşımından ibaret olmadığını, ekonomik ve toplumsal kalkınmayı sağlamadan bağımsızlığın kalıcı olamayacağını başından itibaren ısrarla vurgulamaları boşuna değildir.
1920’lerin tarımdan artık ürün sağma düzeneklerini köklü bir biçimde değiştiren uygulamaları da vardır. Bir köylüler toplumunda tarımdan alınan en önemli dolaysız vergi olan feodal kökenli aşar/öşür/ondabir vergisinin 1925’te kaldırılması az-buz bir olay değildir. Keza, buna paralel olarak bir pre-kapitalist vergi tahsil yöntemi olan iltizam/mültezim sisteminin nihai olarak tarihe gömülmesi de büyük bir adımdır.
Bütçe gelirlerinin dörtte birini, vergi gelirlerinin üçte birini sağlayan bir gelirden mahrum olmayı göze almak elbette kolay değildi. Ancak (i) yeni rejimin kendisine bir toplumsal taban yaratma ihtiyacı vardı. En kalabalık toplumsal sınıf olan köylü ve toprak ağalarını yanına almak, yabana atılmayacak bir sınıfsal destek sağlamak anlamındaydı. Toplumun halen fokurdadığı, iç ve dış kışkırtmalara konu olabileceği bir dönemde bu önemliydi; (ii) Üstyapıdaki anti-feodal dönüşümler altyapıda da karşılığını bulmalıydı ve bunun en simgesel aracı köylüyü perişan eden aşar vergisinin kaldırılması olabilirdi; (iii) 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin iki geniş sınıfsal tabanının, köylü/ağa ve işçi sınıfı temsilcilerinin ittifakla destekledikleri talep de aşarın kaldırılmasıydı. Bu kongrede diğer iki kesimin, tüccar ve sanayici temsilcilerinin, tarım üzerine aşarı telafi edecek bir vergi konulmadan buna girişilmemesi yönündeki telkinleri ve bu öneriye destek vermemeleri de anlaşılır bir sınıfsal pozisyondu. Bütçe gelirlerinin azalmasını kendileri için çifte bir tehdit kaynağı olarak görmekteydiler. (Bütçe olanaklarından daha az pay, vergilerden daha çok pay!).
Sonuçta karşılıklı pozisyon alan kesimlerin hepsinin istediği olacaktı. 1925’te aşar kaldırıldıktan sonra tarım/köylü üzerindeki aşarın yükünü kısmen telafi eden dolaysız ve dolaylı vergi düzenlemeleri yapılacaktı. Dolaysız vergiler bağlamında, Ağnam (hayvanlar) Vergisine, tarım üzerinde etkili olan Arazi ve Bina Vergisi matrahına, Yol Vergisine zam yapılacaktı. 1920’lerin ikinci yarısında dolaysızların yüzde 60’ı artık bu kalemlerden sağlanacaktı. 1926’da yeni dolaylı vergiler de getirilecek ve bunlarda da tarım kesimine düşen pay yüzde 26’yı bulacaktı. Öte yandan, tarım üzerindeki yükü önemsiz olmayan, devletin denetimindeki İnhisar/tekel gelirleri (şeker, tütün, tuz, çay, kibrit) arttırılacaktı. Tarımdan tarım dışına kaynak aktarmanın bir diğer öngörülmedik aracı ise, 1929 dünya kriziyle birlikte tarım fiyatlarının çökmesi ve iç ticaret hadlerinin 1930’dan itibaren tarım aleyhine gelişmesi olacaktı.
Toprak rejiminin değiştirilmesi
Osmanlı toprak rejimi 1858 Arazi Kanunnamesi ile düzenlenmişti. Cumhuriyet rejiminin bu alana müdahalesi 1926’da Medeni Kanun ile olacaktı. Ancak bu kanun 1858 Kanunnamesinin “Arazi-i Metruke” denilen kamu malları ile köy ortak mallarını düzenleyen hükümlerine dokunmayacaktı. Köy orta malları denildiğinde, belirli bir köy veya kasaba halkının ortak kullanımına bırakılmış olan baltalıklar (kesime uygun koru/orman alanları), harman yerleri, meralar, yaylak ve kışlaklardır.
Daha önemli bir düzenleme 1924 Anayasasının 74. maddesiyle getirilmiştir (bugünkü Türkçe ile): “Genel menfaatler için gereği usulen ortaya çıkmadıkça ve değer pahası peşin verilmedikçe hiçbir kimsenin malı kamulaştırılamaz ve mülkü istimlak olunamaz”.
1924 Anayasasının bu hükmüyle bir olası toprak reformunun yolu hem hukuken (genel menfaatler) hem ekonomik anlamda kapatılmaktaydı. Devletin böyle bir ağır kamulaştırma yükünün altından kalkması mümkün değildi. Dolayısıyla yeni rejim kendi devletinin bu yolu seçmeyeceğinin güvencesini vermekteydi. Peki kime veriyordu? Elbette büyük toprak sahiplerine. Peki neden? Bu dönemin iktidarını hep derinden etkileyen iki temel kaygı vardı: Birincisi, kapitalizme geçişin mümkün olduğunca hızlı olması; bu bağlamda ilkel yöntemlerle (ortakçılık vb.) işlenen geniş arazi mülkiyetlerinde kapitalist çiftliklerin geliştirilmesi, makinalı ve ücretli işçiliğe dayanan işletme modelinin hakim kılınması. Buradan ciddi bir üretim artışı beklentisi de bulunmaktaydı. Nitekim 1926-1930 döneminde tarım makinaları ve traktör ithalatında, mazot desteğinde önemli teşvikler devreye sokulacaktı. İkincisi, kendi sınıfsal desteklerini yetersiz veya eğreti hisseden siyasi kadroların, toprak ağalarını/az-çok kapitalistleşmiş büyük çiftçileri karşılarına almaktan ürkmeleriydi. Zaten iktidar partisi saflarında da en iyi örgütlenmiş parti yöneticileri bu kesimden gelmekteydi. Bu nedenle 1924’te görünürde rakipsiz olan siyasi kadro, kendisini, bir güvenlik supabı olarak Anayasaya toprak reformu olmayacağının garantisini koymak mecburiyetinde hissediyordu.
Aslında siyasi iktidar 1920’lerin ikinci yarısında sanayi ve tarım alanlarında sermaye birikim sürecini/kapitalist gelişmeyi hızlandırmak için çabalar içine girmişti. 1927 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu bunun sanayi alanındaki yansımasıydı. Ama özel sektörde beklenen hızda gelişmeler görülmedi. 1930’daki Sanayi Kongresi yeni bir dönemin habercisi olacaktı. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı, devletçi-korumacı-planlı bir açılımla birinci sanayi devriminin hızla tamamlanması hedefi doğrultusundaydı. İki savaş arasındaki hegemonya boşluğunun sunduğu büyük fırsat, dönemin yönetici kadroları tarafından büyük bir öngörüyle değerlendirilecekti.
Aslında 1929 Krizi sonrasında tarım fiyatlarının çöküşüne toprak fiyatlarının çöküşü de eşlik etmişti. Dolayısıyla 1924 Anayasasının “değer pahasının peşin ödenmesi” hükmü bir engel olmaktan fiilen çıkmış gözüküyordu. Gerçi planlı sanayileşme için dahi kaynaklar kıtken bu alana da kaynak ayrılabilir miydi sorusu sorulabilir ama bu dönemde toprak reformu niyeti olsaydı (bunun sanayileşme ile bağlantıları da kurularak ve gerekirse anayasa hükmü değiştirilerek) elbette gereği yapılabilirdi.
Ama bu dönemde henüz o noktaya gelinmemişti. Gerçi İskan Kanun görüşmeleri sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın büyük toprak sahiplerinin toprak gasplarından yakınmaları, tek yolun bir toprak reformu olduğunu dolaylı olarak göstermiyor değildi. Ama henüz “büyük kapitalist çiftlik” modelinin büyüsü aşılmış değildi. Bu dönemde toprak dağıtmaları olmadı da değil. Nüfus mübadelesiyle gelenlere, genel olarak muhacirlere, daha sınırlı ölçüde Doğudan Batı’ya göçen topraksızlara 1923-1944 döneminde toprak dağıtımları oldu. Toplumsal gerginlikleri yatıştırma ve üretim potansiyelini arttırmayı hedefleyen bu dağıtımlarla 20 yılda toplam 1,1 milyon hektar arazi 335 bin aileye dağıtıldı. 1,1 milyon hektar arazi, 1940’da işlenen 14,2 milyon hektar tarım toprağına kıyasla yüzde 7,7’den ibaretti.
Asıl değişiklik 1936 ve 1937 Bütçe açış konuşmalarında Atatürk’ün toprak reformunun zorunluluğuna açıkça vurgu yapmasıyla geldi. 5 Şubat 1937’deki Anayasa değişikliklerinde bir yandan CHP’nin altı oku anayasaya girerken (ve laiklik bir anayasa hükmüne dönüşürken), öte yandan 1924 Anayasasının malum 74. maddesine de fıkralar eklenerek toprak reformu önündeki anayasa engeli kaldırılmış oldu. Buna göre, 74. maddenin özgün hükmünden sonra gelen ikinci fıkrasında “Çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları Devlet tarafından idare etmek için istimlâk olunacak arazi ve ormanların istimlâk bedelleri ve bu bedellerin tediyesi sureti, özel kanunlarla tayin olunur” ifadesi yer aldı. Böylece, özel yasalarla anayasanın aşılabilmesi imkanı getirildi. Ancak Atatürk’ün artık katılamadığı 1938’de bütçe görüşmelerinde açış konuşmasını yapan Başvekil Celal Bayar’ın ağzından toprak reformu sözcükleri duyulmayacaktı. Savaş koşullarının devreye girmesiyle de savaş sonuna kadar toprak reformu meselesi unutulmuş olacaktı.
Osmanlıdan kopan bütün Balkan ülkelerinde iki savaş arası dönemde, hatta bazılarında Birinci Dünya Savaşı öncesinde toprak reformları yapılmışken, Türkiye Cumhuriyeti bu konuyu ancak 1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (ÇTK) ile ele almaya niyetlenebilecekti. Ama artık birçok bakımdan çok geçti. Siyasi iktidar eski gücünde değildi. Savaş sonrasında çok partili yaşama gidiş ve emperyalizmin etkisinin artması, üstelik CHP’nin kendi içinden bölünmesi bu konunun radikal bir biçimde ele alınmasına engeldi.
Ara sonuç
Her şeye rağmen CHP’nin sol kanadının son iki radikal hamlesi 1940’lardaki Köy Enstitüleri ve ÇTK olarak kayda geçmiştir. Köy Enstitülerinin incelenmesini bir sonraki yazıya bırakarak şu iki saptamayla bitirebiliriz:
Bir: Bu iki radikal adımın ikisi de gecikmelidir. Hakim üretim ilişkilerine müdahale olan bu adımların hiç olmazsa 1930 başlarından itibaren devreye alınması gerekmekteydi. Fakat kırsaldaki hakim güçler, kendileri için açık tehdit olarak gördükleri bu girişimleri Atatürk sonrası dönemde zayıflamış bir iktidar altında kabullenmeye hiçbir zaman razı olmayacaklardı.
İki: Toprak reformu ile Köy Enstitüleri reformlarında, araba atın önüne konulmuştur. Toprak reformu yapılmadan yani kırsaldaki egemen üretim ilişkileri dönüştürülmeden Köy Enstitüleri gibi büyük bir kültürel/eğitsel ve tarımsal dönüşüm reformunun yapılma şansı hiç yoktu. Yaptırmazlardı ve yaptırmadılar.
Kurucu parti CHP’nin asıl radikal reformlarını sona bırakması, toprak reformsuz bir burjuva devriminin sonuna kadar götürülebileceğini zannetmesi tarihi bir hata olmuştur. Bedeli sonraki on yıllarda ödenmiştir, hatta günümüzde dahi bedel ödenmeye devam edilmektedir.