Çifte açık korkusu

Oğuz Noyan'ın “Çifte açık korkusu” başlıklı yazısı 17 Ocak 2013 Perşembe tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Türkiye dış açıklarını makul sınırlara çekemiyor. 2000 öncesinde ulusal gelire oranla yüzde 1 dolaylarında tutabildiği dış açıklarını (cari işlemler açığını), 2000’lerde yüzde 5-10 aralığına taşıdı. Eskiden ekonomik küçülme dönemlerinde dış fazla verilirken, şimdi ekonomi küçülürken (2009) dahi dış açık veriliyor yani küçülen ekonomiyi döndürebilmek için dahi dış kaynağa gereksinim duyuluyor. 2001 yılında yüzde 4,5’luk cari açık nedeniyle büyük kriz yaşanırken, 2011’in “şahlanan” büyümesinde yüzde 10’luk cari açık bile kriz göstergesi sayılmıyor! 2012’nin yüzde 3’ün altında kalması beklenen durgunluk büyümesinde bile dış açık yüzde 7,5 civarında bekleniyor.

Büyüme-cari açık ilişkisinin bu denli çarpıldığı bir başka onyıllık dönem yaşanmadı: 1993-2002 döneminde ulusal gelire oranla bir puanlık büyümeye karşılık gelen cari açık ortalama 0,2 puan iken, 2003-2011 döneminde 1,8 puana çıktı. Yani büyüme oranının beşte biri düzeyinde dış açık verilirken, AKP döneminde büyüme oranının 1,8 katı dış açık verilmekte. (CHP, 2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısına Karşıoy Yazısı). Üstelik, cari açığın görece gerilediği ve bunun iktidarın “başarılı” frenlemesiyle olduğunun söylendiği 2012’nin durgunluk konjonktüründe, büyüme-cari açık ilişkisi 2,5 katına çıkma eğilimindedir. Başka deyişle, büyüme yüzde 3 iken cari açık yüzde 7,5’tur başka tanımla, 3 birim büyüyebilmek için 7,5 birim dış kaynak temin etme zorunluluğu doğmuştur.

İşte buna AKP mucizesi deniyor! Kaynak buldukça dış açıklara devam! Peki dış açıklar neye yol açıyor? Dış borçların sürekli büyümesine, çünkü dış kaynak girişleri esas olarak borçlanma üzerinden olabiliyor. “Dış kaynak buldukça kim korkar dış açıklardan” teranesine bu nedenle dört elle sarılınır. Merkez Bankası politikaları da dış kaynak girişlerini özendirmek üzerine kurulur, döviz fiyatları düşük tutulur. “Düşük kur-yüksek faiz” esaslı IMF programı 2000’lerde tasarruf oranlarını aşağıya çekerken, iç talebi ve özellikle ithalatı patlatmak gibi, sanayisizleşmek ve dışa bağımlılığı arttırmak gibi “küçük” bedelleri de olur. Ruhunu finans kapitalin ve hegemon güçlerin insafına terk etmek gibi önemsiz bir şey yani.
Şimdilik merkez ülkelerdeki politikalar nedeniyle, likidite genişlemeleri (özellikle ABD Merkez Bankası’nın politikalarıyla) çevre ülkelere sıcak para akımlarına dönüşebiliyor (Bkz. K. Boratav, soL: 15 Ocak 2013). Peki nereye kadar? Kaldı ki, sıcak paranın bizim gibi bir “gelişmekte olan ülke”de dünyanın en yüksek dış açık oranına yol açması hiç de hayra alamet değil.

Peki buna rağmen Fitsch’in Türkiye kredi notunu pozitife çevirmesinin nedeni neydi? Siyasal ve ekonomik çıkar eksenli olabilecek nedenleri geçelim. Türkiye’nin dış açık yanında bir de kuvvetli bir iç açık (bütçe açığı) vermiyor görüntüsü durumunu kurtarıyor. Ama, geçen hafta da değindik, bu da son derece kırılgan: Olağanüstü gelirler yaratılmadığında (ki 2005 sonrasında bu adeta sıradanlaştı), bütçenin olağan gelirleriyle giderleri arasındaki açıklar büyüme eğiliminde. Gerçi, uluslararası sermaye bu durumdan memnun, çünkü olağanüstü gelir arayışları ona yeni kâr alanları (özelleştirme, yabancılara toprak satışı, 2/B, kentsel dönüşüm, vb.) açıyor. Ama arızi gelirlerin yani ekonominin çifte açık eğilimini makyajlayarak örtmenin de sınırlarına geliniyor.

Bu yüzden makyajı aşan çabalar var: Çifte açık vermekten ve dışarıdan papara yemekten dehşetli ürküldüğü için, Türkiye gibi büyüme açlığı çeken bir ekonomide, büyümenin en önemli öğelerinden biri haline gelmiş olan kamu harcamaları (özellikle kamu yatırımları) tayınlanıyor. Kamu maliyesindeki manevra alanları kullanılmayarak büyüme potansiyeli sınırlanıyor. Tasarruf-yatırım açığının da büyümesiyle ikiz açık üçüz açığa dönüşmeye başlıyor.

Bu anlayışın kamu ekonomisini ve ekonomiyi yönetme kapasitesi tükeniyor.