Çeşitlemeler

23 Nisan Cumartesi günü arabayla yol alırken, bir haber radyosunu açtığım sırada, RTE Saray'da ağırladığı 23 Nisan çocuklarına "sorusu olan var mı" diye soruyordu. Tahminen 10-12 yaşlarında olan bir erkek çocuk, biraz çekinerek de olsa 'Fabrikaların, santrallerin bacalarının çevreyi kirletmesine karşı bir önlem almayı düşünüyor musunuz' diye korkusuzca bir soru yöneltti.

Oluşan 2 saniyelik bir sessizlikten sonra, sorusunu daha anlaşılır kılmak ve belki de konuyla ilgili olduğunu hissettirerek gelebilecek yanlış veya savsaklayıcı bir yanıtın önünü de kesebilmek amacıyla şöyle devam etti: 'Bu santrallerin bacalarına filtre takılması çok pahalı olduğu için bunları takmadıklarını duyuyoruz" dedi.

İyi yetişmiş olduğu belli olan bu akıllı ve çok bilinçli çocuğun neredeyse kapitalist sistemin işleyiş mantığını açığa vuran sorusuna ilk başta hem şaşırdığı hem de rahatsız olduğu anlaşılan RTE, 'Bunlar çok çok eskide kaldı; artık bacalar temiz. Çok çok istisnai bir durum olursa onun da önlemi alınıyor' diyerek gerçeklerin tam tersi bir yanıt verdi.

Bu yanıtın, soruyu soran çocuğu ikna etmediği/etmeyeceği kuşkusuz çok açıktı. Artvin Cerattepe gibi sıcak örnekler ortada dururken, çevre konusuyla az-çok ilgili yurttaşlardan hiçbirinin de bu tür yanıtlarla ikna edilemeyeceği de artık çok açıktı.

Benim ilgi alanım biraz farklıydı: Saray mantığıyla düşününce, bu çocuk Cumhurbaşkanlığının seçici filtrelerinden geçerek Saray'a nasıl sızabilmişti? Demek ki Saray'da ciddi bir güvenlik açığı bulunmaktaydı. Bundan sonra Saray'a ön mülakat yapılmadan 23 Nisan çocuğu dahi kabul edilmemeliydi. (Çünkü bu çocuklar -henüz- Cumhurbaşkanına hakaretten hapsedilemeyeceğine göre, sorunu baştan çözümlemek üzere yetkilendirilmiş görevliler şimdi harıl harıl çalışıyor olmalılar!).

Kafama takılan ikinci soru, çocuk bayramında çocukların çevre duyarlılığını yansıtan sorulara muhatap olunca iyi yetişmiş vatan evlatlarından gurur duyarak o çocukları ödüllendirecek fıtratta bir cumhurbaşkanını bir daha ne zaman göreceğimizdi? Çünkü çok değil henüz 2000-2007 arasında böyle bir cumhurbaşkanımız vardı.

Aslında RTE'nin gerçek yanıtının ne olduğunu anlamak için çok fazla beklememiz gerekmedi. Çocuğa vermediği yanıtı ertesi gün Sabancı Holding'e bağlı Enerjisa tarafından yapılan Tufanbeyli Termik Santrali'nin açılışında veriyor ve doğalgaz ve petrol kaynaklarımız olmasa da zengin kömür yataklarımız olduğuna dikkat çekip, "çevrecilerin karşı olmalarına kulak asılmamasını" istiyordu. Çevre konusundaki safının nerede olduğunu gizlemeye gerek duymadığına göre, daha fazla söze gerek var mı?

***

Ergenekon'un sonucuna sevinmeli miyiz?

Ergenekon davasında gelinen aşamada sevinç ve zafer çığlıkları atanlara şaşırmamak elde değil. Yargılananların sevinmesi bir dereceye kadar anlaşılabilir de, kumpasa kolayca teslim olan ordunun kurmay simalarına ne oluyor? (Bu arada Ergenekon davalarını zamanında desteklemiş olanların şimdi ikiyüzlülük yapanları bir yana, bazıları -daha tutarlı kalarak- karara hayıflanıyor bile!).

Kaldı ki bu süreçte aslî sorumluluğu olan iktidar güçleri yargılanma aşamasına gelmeden neye nasıl sevinilebilir? Üstelik yargılama sadece kumpaslarla ve buna bağlı hainliklerle sınırlı da olmamalı; bu dönemin sorumluları Cumhuriyete ve halka karşı işledikleri suçlardan da yargılanmalı.

Devam edelim. Niçin yargıya güven tesisi için bu karar yetmez? Bir kere, AKP o dönem bu davalarla istediği herşeyi elde etti, kurumları çökertti, iktidarını pekiştirdi. Cemaat ile kavgası olmasaydı, Ergenekon davaları bu kadar erken ve bu kadar sert bir bükülmeye konu olmazdı. Davalar işlevini gördüğü için zaten çöp değerinde olan iddianameler bugün artık ait oldukları yere atılabiliyor.

İkincisi, bu davalar, AKP iktidarının yeni rejim inşasında her engeli silindir gibi ezebileceğini ve bunun siyasi bedelini de siyaseten (sandıkta bile) ödemeyeceğini kanıtlamak bakımından çok karamsar bir tablo oluşturdu ve bunun izleri toplumda sürüyor. Faşizmin önünün mağduriyetlerle kesilemeyeceğini bir daha gösterdi bir bakıma. (Dinci sağın oynadığı mağduriyet oyunları ise, hem din temelli farklı dayanışmaları hem de iktidar olanaklarını arkasına alması bakımından ayrı tutulmalı).

***

Mağduriyetler üzerinden otokrasinin ilerleyişinin durdurulamayacağına dair Osmanlı döneminden gelen ve geçenlerde değerli meslektaşım Prof. Dr. Oktar Türel'in bana anımsattığı  (bizim kuşağın iyi bildiği) bir anektodu okuyucularla paylaşmanın şimdi tam sırasıdır diye düşündüm. Oktar Hoca'nın Avcıoğlu'ndan aktardığı (Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, 1969, sh. 115-6; özgün metin Niyazi Berkes, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, 1965 içinde) mesajı şöyle:

"(Namık) Kemal ve arkadaşları, kendilerini (sürgüne) götürecek vapura bindirilmek üzere zaptiyeler arasında Sirkeci'ye getirilir. Gelen aşçı, aşçı dükkanlarından çıkan esnaf ve halk, kaldırımlardan seyrederler, kimisi güler, kimisi "Kim bunlar, ne yapmışlar?" diye sorar. Birkaçı, "Galiba, Efendimize ubudiyette kusur etmişler" gibi bir şeyler söyler veya bunu anlatana öyle gelir. Fakat Kemal, halktan emin, belki de zaptiyelere hücum edip ellerinden alacaklarına inanıyor. Arkadaşlarının maneviyatını kuvvetlendirecek sözler söylüyor. Vapur kalkar; sürgünler güvertede kendilerinden uzaklaşan karaya ve halka bakarlar. Kemal, hala sarsılmamış; Marseyyez'i mırıldanıyor. Gemi Sarayburnu'nu döner, Marmara'ya dalar, İstanbul sisler içinde belirsizleşmeye başlar ve Kemal, o her zaman cesur, o her zaman iyimser adam, bir çocuk gibi, gözlerini mendiline gömmüş ağlıyor."

Şöyle bağlıyor Oktar Hoca: "CHP milletvekillerine yargı ve hapishane yolunu gösteren ve kendisi de Kemal adını taşıyan CHP Genel Başkanının bu anekdotu okumuş olduğunu sanmıyorum; belki ona ve CHP Meclis Grubu'na hatırlatacak birisi çıkar."

Bizden hatırlatması!