“Devletin küçültülmesi”, sermayenin pek sevdiği bir konudur; Koç’un veya Musk’ın ortak önerisinin burjuvazinin çok büyük bölümünce benimseneceğine kuşku yoktur.
2024’ten 2025’e yeni sınıfsal konumlanmalar
Oğuz Oyan
Türkiye açısından 2024 yılı hem ekonomik hem toplumsal hem de siyasi gelişmeler bakımından olumlu geçmiş sayılamaz. Ekonomi 2024’te küçülmedi ama büyüme hızı ciddi anlamda yavaşladı. Enflasyon hedefleri de olumlu baz etkileri geçince iyice tökezledi. Yılın ikinci yarısında aylık TÜFE artışları ortalaması yüzde 2,5 civarında kaldı.
Büyümeden durgunluğa
2022’de yüzde 5,5 ve 2023’te yüzde 5,1’lik büyümelerden sonra 2024’te büyüme ciddi bir fren yaptı. 2024 yılının ilk üç çeyreğinde 9 aylık büyüme oranı yüzde 3,2’de kaldı. Üstelik en önemli üretken sektör olan sanayide 3. çeyrekte yüzde 2,2 küçülme yaşandı; üç çeyreğin bütününde de negatif değer aldı. İmalat sanayiinde bu küçülme daha fazla oldu. Sanayideki küçülme ithalat verilerine de yansıdı.
Dördüncü çeyrek de pek parlak görünmüyor, dolayısıyla yılın bütününde Orta Vadeli Program’ın (OVP 2025-2027’nin) yüzde 3,5’luk 2024 büyüme öngörüsünün artık geçerli olamayacağı, IMF’nin yüzde 3,6’dan yüzde 3,0’e revize ettiği öngörüsünün de tutmayacağı söylenebilir.
2025 yılı öngörülerine bakıldığında ise, TÜİK’in yüzde 4,0’lık tahminine kıyasla IMF’nin yüzde 2,7’lik tahmini daha gerçekçi duruyor. Çünkü Türkiye’de GSYH esas olarak talep/tüketim yönlü büyüyor, ama OVP’ye göre 2025’te kamu ve özelde tüketim ve yatırımların büyüme bakımından GSYH büyümesinin gerisinde kalmasının planlandığı görülüyor. Aynı şekilde Merkezi Yönetim Bütçesi harcama boyutunun GSYH’ye göre oranının 1,5 puan, daha geniş kamuyu temsil eden Genel Devlet Dengesi için ise 2,5 puan daralması öngörülüyor. Bütün bunlar büyümeyi aşağıya işsizliği ise yukarı çekecek öngörüler.
Sınıflararası dengenin emek aleyhine bozulması
Tabii sınıfsal açıdan bakıldığında her şey daha göreli. Sermayenin büyük bölümü açısından 2024 sayfası olumlu bakiyelerle kapandı; birçok sektörde kârlar yeniden tavan yaptı. Nitekim 2024’ün 3. çeyreği GSYH bileşenleri sonuçlarına bakıldığında kâr, faiz ve rant gelirlerinin önceki (2.) çeyreğe kıyasla yüzde 38,0’den yüzde 45,1’e yükselmesi, buna karşılık ücret gelirlerinin yüzde 40,4’ten yüzde 36,4’e gerilemesi uygulanan programın sınıfsal özünü yansıtmakta. Üstelik bu çarpıcı bozulma 2. çeyreğe kıyasla yani sadece 3 ay içinde ortaya çıkabildi. Temmuz’da asgari ücrete zam yapılmaması, diğer ücret artışlarında da frene basılmasının etkisi aylık enflasyon artışlarını -baz etkisi dışında- düşürücü rol oynamazken, gelir bölüşümde hızlı bir bozulmaya neden olabildi.
Gelir dağılımı verileri bakımından Türkiye AB ülkeleri içinde ilk sırayı, OECD ülkeleri arasında ise ilk üç sıradaki yerini “başarıyla” korudu! Ama gelir dağılımı bozulmasından daha kötü bir süreç de yol almaya devam etti: Gelirler genel seviyesi ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki parite sürekli bozulmaya devam etti. Başka deyişle, gelirler baskılanırken fiyatları sınırlayacak ve enflasyon fırsatçılığını denetim altına alacak hiçbir düzenek çalışmadığı için, mal ve hizmet fiyatları ile gelirler arasındaki parite sürekli olarak ikinciler aleyhine çalıştı. Sonuçta daha düşük gelir düzeyleri için daha yüksek mal ve hizmet fiyatlarının geçerli olduğu cehennemi bir yapı oluştu.
Kuşkusuz buna gelişmiş kapitalist ülkelerin birçoğunda, emeğin kazanımları olarak da vurgulanabilecek şekilde, toplumsal mal ve hizmetlerin bedava ve nitelikli olarak sunumuna karşılık, Türkiye’de bunun tam karşıtı bir düzen oluştuğu gibi özel eğitim ve sağlık kuruluşlarının piyasa payı da sürekli yükselmeye devam etti. Böylece en yüksek vergi payına sahip olan ücretli kesimler bunun karşılığını kamu hizmeti olarak dahi alamaz duruma gerilediler. Buna rağmen, Nobel ödülü almış liberaller de dahil olmak üzere sermayenin çeşitli kesimleri “yeterince sıkı maliye politikaları uygulanmadığı” sakızını çiğnemeye pervasızca devam ettiler!
Oysa, TÜİK’in 2024’ün son günlerinde yayınladığı “Yoksulluk ve Yaşam Koşulları İstatistikleri” dahi, yoksulluğun gerçek boyutunu perdeleme konusundaki bütün çabalarına karşın, hane halklarının büyük bölümünün yoksulluk girdabından çıkamadığını gizleyemedi.
Asgari ücret ve emek düşmanlığının zirve yapması
Emekçi sınıflar aleyhine hüküm süren tüm bu olumsuz koşullara rağmen (veya tam da o nedenle) asgari ücret sefalet düzeyinde bağlanabildi; ama iktidarın ve sermayenin emeğe/emeğin haklarına düşmanlığının açığa çıkmış olması küçümsenecek bir kazanım değildir. Bu bağlamda, göstermelik “Komisyondan” bir sefalet ücretinin çıkmış olmasının, kısa vadede emekçileri daha büyük sefalete sürüklemesi kötülüğü yanında, orta-uzun erimde bazı hayırhah sonuçlara da yol açabilecektir. Elbette emekçiler Cumhur ittifakının sınıf karakterini daha iyi teşhis edebilecekleri, Tayyipgiller ile burjuvazi arasındaki ideolojik geçişkenliği daha iyi görebilecekleri bir bilinç sıçraması yaşayabileceklerse… Özellikle de “artık yeter” diyerek sınıf tepkilerini yükseltebileceklerse…
Sermayenin sosyal devlete ve emeğin haklarına olan düşmanlığı kuşkusuz ulusal düzeyle sınırlı değildir. Bunu Trump dönemi Amerika’sında belki de daha iyi gözlemleme fırsatı bulabileceğiz. Trump’ın baş destekçisi Elon Musk ile Vivek Ramaswamy gibi iki süper milyarderi ABD’de yeni kurulması planlanan “Verimlilik Departmanı”nın başına getirmeyi tasarlamasını ve uygulamaları dikkatle izlemek gerekiyor. Faşist partilerle/liderlerle flört etmeye pek meraklı Musk’ın kamu harcamalarında ciddi azaltmalar yapmaya ve milyonlarca kamu personelini kapı dışarı etmeye yönelik “radikal reform” niyetleri, tam da holding şirketlerini yönetme anlayışının kamu alanına taşınmak istenmesi bakımından oldukça tanıdıktır. Javier Milei’nin Arjantin’de uygulamaya koyulduğu ve ABD/IMF destekli uçuk sağ program gelmiyor sadece aklımıza. Rahmi Koç’un kamu personelinde benzer bir tensikatı dillendirmesini de hatırlamadan edemiyoruz. Geçen yıl sonunda yazmıştık, biraz alıntı yapmanın sırasıdır:
“Anlı şanlı holding patronumuz Rahmi Koç’un ‘5,5 milyon kamu personeli yerine 2 milyonla aynı iş görülür’ yaklaşımına holdingci olmayan bir bakışla nasıl ayrıntılı bir yanıt verileceği meselesini başka bir yazıya bırakalım. Burada sadece bir-iki hatırlatma yapalım. Pek AB’ci görünen bu zevata hatırlatılır ki, AB ülkelerinde personel giderlerinin toplam bütçe harcamaları içindeki payı yüzde 40’ların üzerindedir. Örneğin bu oran 2020’lerde Fransa’da yüzde 45,5’tir. Bunun yüzde 52’sinin eğitim personeline gidiyor olması da şaşırtıcı değildir. Çünkü devlet bütçesiyle esas olarak hizmet üretilir, hizmet de insanla üretilir, burada da eğitim hizmetleri açık ara önde gelir. Koç’un kamu kesimini 2 milyon çalışanla yönetebileceğini söylediği Türkiye’de bile sadece MEB istihdamı 1 milyon 371 bini bulmaktadır ve buna üniversitelerde istihdam edilen memur ve akademik personel vs. toplamı olan 482 bin kişi daha eklendiğinde 1 milyon 853 bine ulaşılır! Sağlık personeli de, tüm yetersizliğine rağmen, 800 bin kişiyi aşmaktadır. (2024 Yılı Bütçe Gerekçesi, s.382). Hadi gel de yönet bakalım! Elbette devleti eğitimden ve sağlıktan çekersen neden olmasın!
Bu arada gelişmiş kapitalist bir ülke olan Fransa’da kamu çalışanlarının sayısı, yerel yönetimler dahil 5 milyon 660 bin kişidir. Türkiye’de ise daha geniş nüfusuna rağmen, yerel yönetimler ve KİT ve BİT’ler ile sürekli/geçici işçiler dahil 5 milyon 98 bin kişidir. Demek ki Türkiye’nin aydınlığa çıkabilmesi için Cumhuriyet düşmanı dinci kafalar ile emek düşmanı holdingci kafalardan aynı mücadele sürecinde kurtulunması şarttır”. (Oğuz Oyan, “Asgari ücret-emek mücadelesi-bütçe bağlantıları”, 12 Aralık 2023, Sol Haber).
“Devletin küçültülmesi”, sermayenin pek sevdiği bir konudur; Koç’un veya Musk’ın ortak önerisinin burjuvazinin çok büyük bölümünce benimseneceğine kuşku yoktur, hatta belki de milyarderlerin (liberal olsun faşizan eğilimli olsun) tümünün ortaklaştığı önemli ezberlerden biridir.
NATO ve Batı’nın çarpıcı ikiyüzlülüğünün teşhiri
2024, NATO’nun saldırgan bir savaş örgütü olduğunun sürekli teyit edildiği bir yıl oldu. 2023’ten itibaren Ukrayna ve Gazze’de esasen test edilmeye başlanmıştı; 2024’te doruğa çıktı. Üstelik NATO, Suriye’deki cihatçı darbenin de İsrail ve Türkiye ile birlikte tam arkasında olduğunu kanıtladı. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin HTŞ ve SMO’nun Halep operasyonunun hemen öncesindeki Türkiye ziyareti, adeta bir işaret fişeği gibiydi.
Batı’nın sosyal-demokrat, liberal ve faşist siyasi partilerinin hep birlikte İsrail’in yayılmacı ve soykırımcı politikalarını desteklemeleri, Suriye yönetiminin şeriatçı çetelerce düşürülmesini sevinçle karşılamaları, dolayısıyla emperyalist-Siyonist saflarda buluşmaları, Batı’nın büyük ikiyüzlülüğünün sergilenmesi anlamına geliyordu. Filistin soykırımı karşısında sessiz kalan ve daha büyük çoğunlukla da destekleyen Batı’nın pek demokrat ülkeleri, partileri ve “mümtaz” şahsiyetleri, nasıl bir ikiyüzlülük içinde yüzdüklerini itiraf etmiş olmakla kalmadılar, “liberal demokrasi” denilen geçici durumun da cenazesini kaldırmış oldular.
Türkiye’deki Kürt meselesinin Kuzey Suriye’deki dengelere müdahale etmek ve içerde AKP rejimini konsolide etmek üzere yeniden gündeme getirilmesi de emperyalizmin denetimi dışında görülmemelidir. AKP-MHP’den demokratik bir anayasa beklentisi ne kadar boşsa, bu girişimin Türkiye’deki toplumsal mücadelelerin önüne engel olarak çıkarılma riski de o kadar yüksektir.
2025 zor bir yıl olacaktır. Zorluklardan yılmadan mücadele etmek de bizim işimizdir. Herkesin yeni yılını bu duygularla kutluyorum.