Zaman tüneli

Facebook’taki sayfalarımıza “zaman tüneli” deniyor. İngilizcesi “timeline” ve “olayları kronolojik sırada sunan zaman çizelgesi” anlamına geliyor; yani çeviri yanlış. Ne var ki, yanlış bir çeviri ancak bu kadar doğru olabilirdi, zira sosyal medyada kural kronoloji değil, anakronizm. Bu sanal gerçeklikte zaman kendi üzerine katlanıyor, olayların dizgesi kayboluyor; hatta olmuş ile olmamış birbirine karışıyor.

Akla bir soru, bir de itiraz gelecektir. Soru şu: Bunun ne sakıncası var? İtiraz ise şu: Zaman zaten görelidir.

Bu yazı soruyu yanıtlama çabasıyla yazılıyor ve yanıta, itiraza itiraz ederek başlamalıyım. İnsanlığı asıl ilgilendiren zaman değil tarihtir ve zaman görelidir ama tarih değildir.

Açalım…

Kapitalizm, kendisinden önceki bütün toplumsal düzenleri aşarak tüm insanlığın eylemini birleştirdi. Varoluşundan bu yana ilk kez insanlık tek ve bütünleşmiş bir üretim-tüketim döngüsü içinde deviniyor. Artık her eşyanın içinde onlarca ulustan emekçinin alın teri var ve sermaye, aralarında binlerce kilometre olan banka ve borsaların birinden diğerine elektronik verinin transfer hızıyla akabiliyor.

Soyutlanmış birey için tarih yoktur, yalnızca zaman vardır. Tarihten bahsedilebilmesi için birbiriyle ilişki içinde olan birden fazla insan gerekir. İnsanlar ilişkilendiğinde, eylemleri karşılıklı etkileşim içinde kaçınılmaz olarak tek bir kolektif eylemliliğe dönüşür. Eylem zamandan bağımsız olamayacağı için de, tek bir kolektif zamandan bahsetmek yalnızca mümkün değil, aynı ölçüde kaçınılmaz hale gelir. Tarih, bu kolektif zamandır. Ve kolektif eylemlilik nesnel olduğu için, tarih de bireylerin algısından bağımsız bir nesnelliğe sahiptir, göreli değildir. Göreli olan onun algılanış ve yorumlanış biçimidir.

Benzer biçimde, yapılan bir eylem geri alınamayacağı, tüm etkileri ortadan kaldırılsa dahi yapılmış olduğu gerçeği ortadan kaldırılamayacağı için, tarih yalnızca nesnel değil, kronolojik anlamda doğrusaldır.

Kapitalizmin boyunduruğu altında insanlık, ilk kez tek ve ortak bir tarihsellikte devinir hale geldi. Öte yandan kapitalizmin temeli olan özel mülkiyet onu hiç olmadığı kadar bireylere parçaladı. Bu, mekânsal olarak örgütlendi. Tarihsel devinimi ortaklaşan insanlık, mekânsal olarak ülke, şehir, mahalle ve en küçük ölçekte konutlara; hatta çoğu örnekte o konutların içindeki odalara kadar ayrıştı.

Dolayısıyla, bu düzenin ürünü olan modern bireyin varoluşunun iki koordinatı var: Zaman ve mekân. Birey, her ikisinin de bilincine bir ölçüde sahip olarak yaşıyor ve onu parçalayan korkunç çelişki de burada. Özel mülkiyet yüzünden mekânsal olarak Engels’in deyimiyle “kendi kaba yalnızlığına hapsolmuş” durumda, ama eylemi tüm insanlığı etkilediği için dünya-tarihsel.

Bu çelişki düzen için kaçınılmaz olduğu kadar tehlikelidir. Çünkü şiddetlendikçe, aşma arzusu da şiddetlenir ve bilinçlerin çelişkisinin yarattığı bulantıdan, önce çelişkinin bilincine varılır, oradan da aşma eylemine geçilir, yani devrimcileşilir. Bu yüzden düzen bireyin bilincini sürekli bulandırmaya çalışır. Mülkiyet mekânsal, eylem tarihsel olduğu ve esas tehlike arz eden eylem olduğu için de, öncelikli hedef her zaman tarih bilincidir. Başlı başına bir janr haline gelmiş olan “tarihsel roman”lardan her yıl onlarcası çekilmeye başlanmış olan zamanda yolculuk paradoksu filmlerine, ikide birde söylenen “tarih tekerrürden ibarettir” yalanına kadar tüm postmodern şarlatanlık bunun içindir.

İşte sosyal medya, bu konuda düzene benzersiz bir olanak sağlıyor. İnternetin sanallığı hep bir sorundu, ancak artık bireylerin internete başlıca giriş kapısı ve haber edinme kanalı sosyal medya haline geldi ve bu, tarih algısını sürekli aşındırıyor.

Ufak bir test yapalım. Kaçımız sosyal medyada son bir ayda "AKP'den büyük alkol yasağı" başlıklı habere rastladı? Peki, kaçımız bu haberi paylaştı, altına yorum yazdı ya da en azından beğendi? Ben en az haftada bir rastlıyorum. Her seferinde altında öfke dolu yorumlar yazılmış oluyor. Oysa haber 2013 yılının Mayıs ayından ve Haziran Direnişi’nin meşhur “o son birayı yasaklamayacaktın” duvar yazısının sebebi.

Buna benzer pek çok örnek var ve bunun sosyal medya kullanımının bir “yan etki”si değil, bilinçli biçimde kışkırtılan bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Ekran başında yalnızlaşmış bireyler bir yandan “ne kadar like, retweet, o kadar itibar” raconuyla güncel değil etki yaratacak paylaşımlara itiliyor; diğer yandan ise rahatsız oldukları şeyleri değiştirmeyi gözetmeden tepkilerini mümkün olan en kısa yoldan (like’a basarak ya da iki satır yorum yazarak) gösteriyor. Sistem de Facebook’daki “anıların” gibi masum görünen dokunuşlarla bu kısır döngüyü körüklüyor.

Şimdi baştaki soruya dönelim: Bunun ne sakıncası var?

Özetlersek, şu: Birey, kendi varoluşuna dair iki bilinçten birisini dahi yitirdiğinde, bıyıklarının bir tarafı kesilmiş kediye döner, şapşallaşır. Örneğin, tarih bilincini yitirmiş insanları, 2016 Türkiyesi’nde, yeniden yükselen Osmanlı ümmetinin parçası olduklarına inandırmak kolaylaşır. Dahası, eylemlerinin tüm insanlığa etkisi olduğunu en azından bir ölçüde hissetmeyen insan hem her türlü sorumsuzluğu yapabilir, hem de dünyanın bilinçli, kolektif eylemle değiştirilebileceğini kavrayamaz.

Oysa bugün gelinen noktada her zaman olduğundan daha yakıcı biçimde örgütlenmek ve dünyayı değiştirme sorumluluğunu üstlenmek zorundayız.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal