Uygarlığın sonundaki kara delik

Bir teori kara deliklerin ölü yıldızlar olduğunu savunuyor. Varoluşları boyunca çevrelerini aydınlatan, belki bazı gezegenlerde hayatı yeşerten yıldızlar ömrünü doldurduğunda ya etrafındaki her şeyi yok ederek patlıyor ve yeni başlangıçlara vesile oluyor; ya da kendi içine doğru çöke çöke hacmi öylesine küçük ve yoğunluğu öylesine büyük hale geliyor ki yarattığı ışığı bile paylaşmayan, çekimine kapılan her şeyi yutup yok eden korkunç bir karanlığa dönüşüyor.

Teorik fizikten çok anlamam; ama anlatı olarak ele alsak dahi insan uygarlıklarını yıldızlara benzetebileceğimizi düşünüyorum. Her uygarlık yükselirken çevresini de aydınlatıyor; yarattığı değerler ve zenginlik eşit paylaşılmasa dahi herkesin hayatını güzelleştiriyor. Felsefe, sanat ve bilimi ilerletiyor, insanlığın ortak mirasına, evrensel birikimine katkılar yapıyor. Sonra, üretkenliğini yitirdikçe hazırdan yemeye, yarattığı değerleri kimseyle paylaşmayıp hepsini yutmaya başlıyor. Kendi içine doğru büzüldükçe ilerleyememeye, sadece güne tutunup haris bir mirasyedi gibi elindekini kaybetmemeye odaklanıyor. Gelişmedikçe çürüyor, aklı ilerletmedikçe deliriyor ve sonunda kana ve hastalığa bulanmış bir mezbeleliğe, bir barbarlığa dönüşüp yıkımı beklemeye başlıyor.

Uygarlıkların yıldızlarla benzerliği de burada bitiyor: Hiçbiri ömrü bitince patlayıp yeni başlangıçlar yaratmıyor, hepsi ışığı yutan bir yaşlı karanlığa, hiçliğe dönüşüyor.

Coppola’nın olağanüstü filmi Apocalypse Now’un doğru çevirisi Kıyamet, Hemen Şimdi’dir; bir arzu ve ihtiyaç belirtir. Bana sorarsanız filmin en akılda kalıcı repliği de ne Willard’ın ne Kurtz’un ağzından dökülür. Ağaçlara asılı cesetlerle çevrili köhne tapınakta, kan kokusu ve sinek vızıltıları içinde, ismini hiç öğrenmeyeceğimiz gazeteci “koduğumun dünyası işte böyle sona erecek” der. “Patlayarak değil, inleyerek.”

İçinde yaşadığımız çürüme yıllarını bundan daha iyi özetlemenin mümkün olduğunu düşünmüyorum.

Mesele ne sadece yolsuzluk, ne sadece İslamcı gericilik. Mesele bu uygarlığın sonuna gelmiş olmamız. İçinde yaşadığımız düzen açısından iyiyle kötü, doğruyla yanlış, güzelle çirkin arasında bir fark kalmadı. En çirkin şeyler dahi; işkenceler, cinayetler, felaketler dahi satılıp paraya tahvil edilen mallara dönüştü artık. Nazım Hikmet yıkılmanın eşiğindeki Çarlık Rusyası’nı anlatırken Paskalya çanları eşliğinde Çar’ın ettiği deli dualardan bahseder. Acaba bugün bin odalı sarayda yaşayan yapayalnız insan takkeli başıyla seccade üzerinde, yatsı saatinin korku dolu karanlığında ne dualar ediyordur? Sarayın devasa elektrik faturasının bir sebebi de karanlık korkusunun, paranoya gölgesinin Usher’ların Evi misali oranın üzerine çöreklenmiş olması değil midir? Ya maden dehlizlerinde boğularak, karanlık sokaklarda tekmelenerek veya babalarının, kocalarının ellerinde ölenlerin feryatlarına sağır, kulakları sadece kâğıt paranın hışırtısını duyan bu batasıca düzen? O sarayda oturan diktatörden daha mı az deli bu sermaye düzeni?

Şunu bilelim: Vicdansız deliler dünyayı yönetebilir hale geldiyse bunu mümkün kılan şey akıllı ve vicdanlıların yönetmesinin düzen için zararlı hale gelmiş olması. Kapitalist uygarlığın dönüştüğü kara deliği hayatta tutup beslemek için öylesine vicdansız, öylesine kudurmuşçasına hırslı ve alçak olmak gerekiyor ki artık iyiler bu düzende yönetemezler de, yaşayamazlar da. İnsanlığın barbarlıktan kurtulması için bu kara deliğin dağıtılması ve yeni bir güneşin yaratılması gerekiyor.

Her sabah yataktan kalkarken hissettiğimiz huzursuzluğun, bitmeyen depresyonumuzun kaynağında bu var. Özünde iyi insanlarız aslında, her insan gibi. Emeğimiz sadece kendimize değil mümkünse başkalarına da yarasın istiyoruz ama dünya artık eğitim alırken edindiğimiz ideallere uymuyor. Artık mühendis aynı maliyete nasıl daha çok ve daha dayanıklı üretip refahı artırabileceğini değil, hangi dizaynın daha pahalıya satılacağı ya da hangisinin garanti süresi bittiği gün bozulup aynı maldan bir tane daha satılmasını sağlayacağını hesaplıyor. Pazarlamacı on liraya gelen kazağa yüz elli liralık etiket takmanın yolunu arıyor. Bankacı üretim yapması, kâr etmesi ve faiziyle geri ödemesi için şirketlere değil tüketim yapması, geri ödeyememesi ve hayatının sonuna kadar faiz ödemeye mahkûm olması için insanlara borç veriyor. Bilim insanı bilime, sanat insanı sanata nasıl katkı yapacağını değil, ürettiğini nasıl satabileceğini düşünüyor.

Emeğimiz topluma değil sadece patrona yaradıkça kendimizi anlamlandıramaz oluyoruz. Kim elini taşın altına sokmayan aylak itin tekini daha da zengin etmek için çalıştığını, hayat gayesinin bu olduğunu ve bunun karşılığında ücret aldığını itiraf etmek ister ki? Onun yerine “eğlenceli ve konforlu bir hayat için” diyoruz ve kendimizi bu şekilde emeğimiz değil tükettiklerimizle tanımladığımız anda düzenin doymaz kara deliğinin bir küçüğü içimizde açılıyor. Bu cayır cayır yanan karanlık kaç dizi seyretsek, nereye tatile gitsek, hangi Playstation oyununu oynasak ya da cep telefonunu kullansak doymuyor. Ne versek yutuyor ve fazlasını istiyor.

Bu çürümüş maddiyat akılcı biçimde anlamlandırılamaz. Hiçbir şey değişmesin istiyorsak ya hep daha fazla tüketmenin ve bunun için yaşamanın kokuşmuşluğunu kabulleneceğiz, ya şeylere taşıyamayacakları meziyetler (mesela çocuğumuza biriciklik ve kusursuzluk) izafe edip kendimize tapınılacak fetişler yaratacağız, ya da maddi hayatın tüm potansiyelini tükaka edip hurafelerle, dinsel masallarla avunacağız.

Ya da emeğimizin böyle israf edilmesini reddedip bu düzeni yıkacağız ve bu olduğunda bir kez daha mühendis verimlilik, doktor sağlık, sanatçı estetik, bilim insanı aydınlık için emek vermeye, herkes verdiği emekle tekrar gurur duyabilmeye ve kendini anlamlandırabilmeye başlayacak.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal