Umuda açlık

Herhalde son zamanların en alçakça sözlerinden biri şu dandik filmin sloganıydı: “Umudun bittiği yerde Mucize başlar.” Filmin arabeskçiden dönme yönetmeninin Umut gibi bir şaheseri çekmeyi başarmış Yılmaz Güney’i aşmak şöyle dursun yarışabileceğini zannetmesi çağımıza hâkim olan cesareti boyunu kat be kat aşmış cehaletin müstesna bir örneği olarak okunmalı; ama ortada daha vahim bir durum var. Ülke her geçen gün daha fazla Dante’nin betimlediği cehennemi andırırken, gerici çığırtkanlar hep bir ağızdan o cehennemin kadim kapısının üzerindeki yazıyı bağırıyorlar: Umudu bırakın.

Oysa umut yoksa insan da yoktur. Umudu bırakıp mucizelere bel bağlamak insanlıktan sıtkını sıyırmak demektir; çünkü umut insana rol biçer, mucize ise insanı hiçleştirir. “Bu karanlıktan biz, kendi ellerimizle kurtulacağız” demektir umut etmek. Mucize beklemeye başladığımızda ise nesneleşiriz, kurbanlık koyunlardan farkımız kalmaz. Kovadaki tek balığı niye denize geri attığı sorulduğunda “bir gün aynı durumda kalırsam umudum olsun diye” şeklinde yanıtlayan insanın sahip olmak istediği şey umut değil mucize inancıdır.

Mucizelere inanç, aklın uykusudur.

Ama kızmak mümkün mü? Bu ülkede otuz beş yıldır her gün bir öncekinden kötü oldu. Gözümüzü hayata açtığımızdan, aklımız bu işlere ermeye başladığından beri hep hırsızlığın, yalancılığın, ilkelliğin, gericiliğin kazandığını; güzelliğin, aklın, erdemin ayaklar altına alındığını gördük. Hele son on yılda; özünün iyi olduğuna öyle ya da böyle inandığımız bir ülkenin adım adım elimizden alınmasına, ahmaklık ve alçaklığın iktidarı altında yarınsız, ışıksız bir çöle dönüşmesine şahit olduk. Bu karanlık göğsümüze bastıkça “umut, biraz umut!” diye feryat edecek hale geldik. Bu hayatı değiştirecek güce sahip olduğumuza dair inancımız küllendi; umutlar ile mucize talebi birbirine karışmaya başladı.

Ne var ki, bu ruh hali bizi fazlasıyla savunmasız kılıyor; zira tekelci kapitalizm çağında yaşıyoruz. Bu düzende bir şeye olan talep arttıkça arzı birazcık artıyor; ama fiyatı fazla fazla yükseliyor.

Umuda açlığımız dayanılmaz bir hal aldıkça, umut tacirlerinin bizi kazıklaması da kolaylaşıyor. Üstüne üstlük 1980 sonrası doğumlular olarak mesleki uzmanlık alanımızda harikalar yaratıyor ya da Lost’taki karakterleri eksiksiz sayıyor olabiliriz; ama iş siyasi meseleleri takip etmek olduğunda birkaç gazete haberinin spotundan ötesini pek azımız okuyoruz. Okuduğumuz zaman da mümkün mertebe moralimizi bozmayacak, bize “güzel şeyler de oluyor” dedirtecek haberleri seçiyoruz. Pek çoğumuz, kiralayacağı evi gezerken tavan akıyor mu, sifon çalışıyor mu bakmak yerine emlakçının söylediklerini ilgiyle dinleyen insan kadar kandırılmaya hazırız.

Oysa bu hayatta çok basit bir kural vardır: Birisi sizi bir şeye ikna etmeye çalışıyor, bunu yaparken sürekli konuşuyor ve tam duymak istediğiniz şeyleri söylüyorsa, muhtemelen sizi kazıklamaya çalışıyordur.

Bu, son on beş yılda hedef kitlesi olarak bizi gören tüm parlak siyasi projeler için geçerli; ama bu yazıda özel olarak Syriza rüzgârından bahsediyorum.

soL’un bu konudaki eleştirel duruşu açık. Bana sorarsanız da mesele Aziz Nesin’in “baktılar ki, sosyalizmi başka türlü önleyemeyecekler, kendileri sosyalist olup sosyalizmi de bombok edecekler” sözünde anlattığı kadar basit. Ne var ki; dünyada ve Türkiye’de son yirmi yılda yaşananlardan bıkıp usanmış iyi niyetli bir insanın Syriza’nın 40 maddelik manifestosundan heyecanlanmasında sağlıksız hiçbir yan yok*. Sağlıksızlık, ülkemizde dahi olmayan bir siyasi hareketi eleştirelliği toptan kenara koyup sahiplendiğimizde başlıyor; zira bu eşik aşıldığında eleştiriler de değerlendirilecek fikirler olmaktan çıkıp sinik yavelerle laf çakılacak bozgunculuk girişimlerine dönüşüyor.

Oysa yapmamız gereken, kuşkusuz çok önemli olacak olan Syriza deneyimini aklı kenara koymadan dikkatle izlemek, dersler çıkartmak ve Yunan halkınınkiyle bire bir aynı olmayan kendi karanlığımızdan kurtuluşumuzu örerken bu derslerden yararlanmaktır. Bunun ötesinde, Syriza’ya hiçbir biçimde açık çek vermemiş olan Yunan halkının, verilen vaatlerin çiğnenmesi durumunda buna Syriza’dan çok daha radikal cevaplar vereceğinden de hiçbirimiz şüphe duymayalım.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal


* Müsaadenizle, Türkiye’nin örgütlü solcularını bu iyi niyet varsayımının dışında tutmak zorundayım. Darılmaca gücenmece yok; onların Syriza şakşakçılığının, Aziz Nesin’in bir başka hikâyesinin girişinde yer alan halk deyişinde anlatılan, gölgesinde yürüyüp kendi gölgesi zannedecekleri bir kağnı arama davranışı olduğunu düşünüyorum. Çölleşen memleketin yakıcılığı altında belki bu da normal görülebilir, ama kendi bağımsız hattını çizemeyenlerin ona buna ilişip siyaset yapıyorum iddiasında bulunması hem anlamsız, hem de solu bir bütün olarak itibarsızlaştırıyor.