Sermayedar sınıf bir kez daha bu ilke üzerinden sınıf uzlaşısı kurmaya girişirse, işçi sınıfının gündelik çıkarları bu uzlaşının kurulmasından, tarihsel çıkarları ise kurulmamasından yana olacak ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunan komünistlere bu havuca kanılmamasını sağlamak gibi çok önemli bir görev düşecek.
Sosyal devlet konusunda düşünceler…
Nevzat Evrim Önal
Geçen haftaki yazının son bölümünde, devrimi hedeflemeyen ve kendisini işçi sınıfının kazanımlarını savunma gündemiyle sınırlandıran bir mücadele hattının yenilmeye mahkûm olduğunu söylemiştik. Gerekçemiz şuydu: bu kazanımlara zemin teşkil eden devlet teşkilatlanmaları neoliberalizm tarafından tasfiye edilmiş, kazanımların bazıları ortadan kalkmış, geri kalanının ise altı boşalmıştı. Örneğin, emeklilik kuşkusuz kıymetli bir haktır, ama işçi sınıfının bugünkü düşük ücret düzeyiyle eskiden ifade ettiği anlamı yitirmiştir, zira emeklilerin büyük bölümü çalışmaya devam etmek zorundadır. Ya da, eğitimin devlet okullarında yurttaşlara bedelsiz sağlanması kuşkusuz önemli bir haktır, ama bu hak devlet okullarındaki eğitim bilimsel olmaktan çıkartılıp bu okulların her biri birer kuran kursunu andırır hale geldikçe eski anlamını yitirmiştir.
Varacağımız sonucu baştan söyleyelim ve tartışmayı derinleştirelim: İşçi sınıfının canhıraş bir biçimde kendi devletine ihtiyacı vardır ve sermaye devleti altında yaşandığı müddetçe bunu sorgulamadan kazanımlara odaklanmak pek çok sakınca barındırmaktadır.
Gelin, inceleyelim...
***
“Sosyal devlet” tartışması hiç yeni değildir. Bu kavram yerleşiklik kazanmadan çok önce, kapitalist üretim biçiminin toplumun önemli bir kesimini mahkûm ettiği akut sefaletin iki açıdan çelişki yarattığı fark edilmişti.
Birincisi, bir yanda yurttaşların bireysel özgürlüğüne dayalı bir hukuki yapı, diğer yanda bireyin kendisini asla özgür hissedemeyeceği maddi koşullar içerisinde yaşaması patlamaya hazır bir bombaydı. Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı İngiltere bu çelişkiyi başta İrlandalılar olmak üzere emekçi kitleleri Kuzey Amerika kolonisine doğru kaybederek ve sonunda bu büyük koloniyi kaybederek; Fransız burjuvazisi ise neredeyse yüz yıl süren devrim ve karşı devrim sürecinde birden fazla defa iktidarı baldırıçıplaklara kaptırmanın eşiğine gelerek tecrübe etmişti. Kriz dönemlerinde “hepimiz aynı gemideyiz” ayağı çekip emekçi sınıftan fedakârlık istemek mümkündü; ama kapitalizmin başarılı biçimde işlediği ve sermaye birikiminin sağlanıyor olduğu dönemlerde “boş tencere” tehlikeli bir şeydi.
İkincisi, piyasa ekonomisinde her ücretli emekçi aynı zamanda birer müşteriydi ve sefiller üretilen metalara müşteri olamıyorlardı. Bu da, bilhassa üretilen malların kolaylıkla dış pazarlara ihraç edilemediği durumda aşırı üretim sorunu yaratıyordu. Kapitalizmin ilk yıllarında (1600’lerin sonunda), İngiliz tüccarlar sanayi devriminin sağladığı üretkenlik artışını bütün Avrupa’yı ucuz kumaşa boğmak için kullanmış, yoksul işçilere ürettirdikleri metalara yurt dışında pazar buldukları için iç pazarı görece önemsememiş ve ücret artışına hiç yanaşmamıştı. Charles Dickens’ın romanlarında anlatılan ve insanı insanlıktan çıkartan rezil sefalet koşulları böyle ortaya çıkmıştı. Ne var ki, arka arkaya gelen Amerikan ve Fransız devrimlerinin İngiliz tüccarların başlıca pazarlarını serbest erişime kapatmasının hemen ardından İngiltere’de 1802 yılından başlayarak “Fabrika Yasaları” olarak bilinen bir dizi yasa kabul edildi. Sosyal devlet uygulamalarının ilk örneklerini de içeren bu yasalar, bir yanda yaşanan devrimlerin İngiliz işçi sınıfının aklına kötü şeyler getirmesini önlemeye, diğer yanda ise sermayeye talep kapasitesi görece yüksek bir iç pazar sunmaya yönelikti.
Özetleyelim ve devam edelim: Sermaye yoksulluk konusuna iki soruyla yaklaşır: (1) Emeğin yeniden üretiminin maddi ve politik koşullarını sekteye uğratıyor mu? (2) Bir iç pazar ihtiyacı var mı ve yoksulluk bu iç pazarın cılız kalmasına neden oluyor mu?
Bu iki sorunun cevabı hayır olduğu müddetçe, sermaye yoksulluk karşısında kılını kıpırdatmaz.
***
20. yüzyılın ekonomi literatüründe “Keynesçi” olarak tanımlanan üçüncü çeyreğinde, gelişkin kapitalist ülkelerde “Refah Devleti”, Türkiye gibi ikinci kuşak kapitalist ülkelerde ise “Kalkınmacı Devlet” kavramı etrafında yaşanan dönem, yukarıda bahsettiğimiz çelişkilerin kapitalist sistem açısından bir dizi nedenle taşınamaz hale gelmesinin sonucuydu. Aslında mesele 2. Dünya Savaşı’yla değil, 2. Dünya Savaşı’nın en önemli gerekçesi olan 1929 buhranıyla başlamıştı. Bu ekonomik krizde sermayenin sınai ve finansal unsurlarının çıkarları birbirlerinden çok sert biçimde ayrışmıştı ve sanayi sermayesinin önemli bir bölümünün de üretken faaliyetleri terk edip spekülasyon alanlarına kaymasıyla birlikte korkunç bir işsizlik dalgası yaşanmıştı.1 Üstelik artık dünyada tüm işçilerin bakıp imrenebileceği Sovyetler Birliği vardı ve bu sosyalist ülke buhrandan hiç etkilenmemişti.
J.M. Keynes, teorisini bu ortamda yazdı. Daha Keynes 1936’da “Genel Teori” kitabını yayınlamadan ABD’de 1933’te Roosevelt’in Başkanlığında “Yeni Anlaşma” (New Deal) denen refah ve istihdam paketi yürürlüğe konmuştu. Almanya’da aynı mesele Nazi partisini iktidara getirmiş ve Hitlerciler hızla sanayi sermayesini toparlayacak ve işsizliği büyük ölçüde ortadan kaldıracak bir savaş ekonomini harekete geçirmişlerdi. Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’in meşhur “tereyağı olmadan yaşayabiliriz ama silahlarımız olmadan yaşayamayız” söylevi, toparlanmakta olan Alman ekonomisinin bir kez daha iç tüketime kapanmaması ve sonunda kaçınılmaz biçimde dünya savaşı çıkartacağı yolda kalması için verilmişti.
Sonrası malum. Sermayedar sınıf, egemenlik tarihinin en büyük yenilgisini aldı.
Savaş öncesinde, henüz bütünlüklü bir teori dahi değilken el yordamıyla uygulanmaya başlanmış olan Keynesçilik, tüm kapitalist ülkelerde bu yenilgi ortamında hayata geçirildi. Model, Sovyetler Birliği’nin zaferi karşısında işçi sınıfına hatırı sayılır bir refah sağlamayı ve böylece yeni bir sınıf uzlaşması kurmayı hedefliyordu. Bunun yanı sıra kapitalist ülkelerin sermaye birikim rejimleri olabildiğince iç pazar odaklı hale getiriliyor; uluslararası ticaret ve finans yoluyla sürekli dünya savaşı dinamikleri yaratan emperyalistler arası rekabet bir süreliğine ABD’nin büyük ağabeyliği altında baskılanıyordu.
İşçi sınıfının sosyal devlet ilkesi çerçevesindeki neredeyse bütün kazanımları bu dönemin ürünüydü.
Daha önemlisi ise şu: Keynesçi politikalar, liberallerin eleştirdiği üzere “komünizm” falan değildi.2 Keynes’in kripto komünist olduğunu iddia eden ahmaklar, Obama’nın da sosyalist olduğunu zannediyor, dolayısıyla bunlara laf anlatmaya gerek yok. Ama şunu bilelim: Keynesçilik, sermayedar sınıfın 1946 yılında ilerlemekte olan işçi sınıfı karşısında geri çekilme programıydı. Görevini fazlasıyla yerine getirdi ve 1970’lerin ortalarından itibaren, Thatcher, Reagan, Özal gibi halk düşmanları tarafından bugün Arjantin’de Milei’nin yaptıklarına benzer bir hoyratlıkla rafa kaldırıldı.
Gelelim bugüne…
***
Büyük kehanetlerde bulunmayacağım, ama uluslararası rekabetin şu anki gidişatına dair kimi gözlemlerimi paylaşacağım.
Trump, ABD ekonomisini bir “yeniden sanayileşme” sürecine sokmaya çalışıyor. Hayli karmaşık görünen dış ticaret politikası ve dış politikasının en temel amacı bu “u dönüşünü” mümkün hale getirmek. Bu doğrultuda, görünüşe göre şu alt hedefler mevcut: (1) ABD sanayisinin enerji ve doğal kaynak tedarikinin tüm başlıklarda güvence altına alınması, bunun için gerekiyorsa doğal kaynak zengini bazı ülkeler üzerinde politik egemenlik ve/veya askeri baskı kurulması, hatta belki ilhakın gündeme gelmesi (Kanada meselesi buraya oturuyor). (2) Sanayi malları ticaretinde en büyük rakip olan Çin’in metalarını pazarlara ulaştırmak için kullandığı ticaret yollarının kontrol altına alınması ve gerekiyorsa sekteye uğratılması (Panama Kanalı meselesi de buraya oturuyor). (3) Dünya çapında kapitalist ülkelerin iç pazarlarının eskisine göre görece kapalı hale gelmesi ve ABD emperyalizminin sahip olduğu asimetrik baskı gücüyle bu pazarları olabildiğince “kendine açması”.
Bu eğilimler ilerlediği takdirde, doğal bir yönelim, her ülkenin daralan dış pazarlar karşısında kendi iç pazarını büyütmeye, emekçileri daha fazla meta satın alabilecek hale getirmeye yönelik önlemler almasıdır. Nitekim Çin’de geçtiğimiz günlerde açıklanan tüketimi rahatlatma paketi, hayli sınırlı bir kapsamda olsa da, bunu hedefliyor.3
Yukarıda, yazının girişinde, “sosyal devlet politikaları iç pazarı büyütmek için de uygulanabilir” demiştik. Bu eğilim güçlenirse, liberallerin bol keseden “bu sağ popülizm,” “bu da sol popülizm” diye yadsıdığı ekonomik modeller, bilhassa da işçi sınıfının reel ücretlerinin düşük ve dolayısıyla iç pazarın büyüme potansiyeli bulunan ülkelerde uygulanır hale gelebilir. Ülkeler görece kapalı ekonomik yapılar haline gelirse, sermaye sınıfı işçi sınıfıyla ulusal uzlaşıyı böyle bir model üzerinden kurmaya yönelebilir.
Bu konunun bütün boyutlarıyla tartışılması bu yazının kapsamını aşar. Ayrıca, yukarıda belirttiğim üzere, süreç tamamen farklı bir mecraya doğru da akabilir. Ama her durumda “sosyal devlet ilkesi” üzerine baştan düşünmemiz gerekiyor. Sermayedar sınıf bir kez daha bu ilke üzerinden (tabii ilkenin güncelleştirilmiş ve 21. yüzyıla uyarlanmış bir haliyle) sınıf uzlaşısı kurmaya girişirse, işçi sınıfının gündelik çıkarları bu uzlaşının kurulmasından, tarihsel çıkarları ise kurulmamasından yana olacak ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunan komünistlere bu havuca kanılmamasını sağlamak gibi çok önemli bir görev düşecek.
- 1
Sadece ABD’de işsizlik birkaç hafta içerisinde yaklaşık %0’dan %25’e yükselmişti: https://www.economicshelp.org/blog/162985/economics/unemployment-during-the-great-depression/.
- 2
Keynes bu konuda safını açıkça beyan ediyor: “Bana adalet ve sağduyu gibi görünen şeylerden etkilenebilirim; ama Sınıf Savaşı beni eğitimli burjuvazinin yanında bulacaktır.” John Maynard Keynes, “Am I a Liberal?”, Essays in Persuasion içinde, New York ve Londra: W.W.Norton and Company, s.234, [1925] 1963.
- 3
https://www.reuters.com/world/china/china-looks-boost-consumption-amid-consumer-squeeze-2025-03-16/.