Nevzat Evrim Önal

Başımıza ne gelirse gelsin, yaşadığımız sorunlar ne kadar kişisel görünürse görünsün, hepsinin kök sebebinin patronlar sınıfı olduğunu unutmamalı, öfkemizi, nefretimizi hep buraya yöneltmeliyiz.

Saklı düşman

Nevzat Evrim Önal

Sürekli yanlış insanlara kızıyor, yanlış insanlardan nefret ediyoruz.

Kimseye kızmayalım, kinlenmeyelim, bir yolunu bulup bu olumsuz duygulardan tamamen arınalım falan demiyorum. Nilüfer gibi hem bataklıkta yaşayıp hem çamura bulanmayabileceğini zannetmek için fazlaca idealist olmak gerekiyor. İçinde yaşadığımız toplumsal düzen çok küçük bir azınlığın çoğunluğu sömürmesine dayanıyor ve sömürülen insanların olumsuz duygular hissetmemesi mümkün değil. Ne var ki, hayatın olağan akışında bu duygular, onların ortaya çıkmasına sebep olanlara değil, tipik olarak o sırada civarda bulunan ve çoğu zaman da konuya dair hemen hiçbir sorumluluğu olmayanlara yöneliyor.

Karanlıkta uyanıp işe gitmek için belediye otobüslerine sıkış tepiş doluşan insanlar, yaşadıkları zorluğun patron düzeninin kendilerine dayattığı çalışma rejiminden kaynaklandığını düşünmüyor; onun yerine etrafındaki en uygun kişiye, belki ter kokuyor, belki sırt çantasını yere indirmiyor diye uyuz oluyor. Aynı yolculuğu arabasıyla yapanlar trafikte tıkanıyor olmalarının kentin ve ulaştırma politikalarının toplumun değil sermayenin çıkarlarına uygun biçimde tasarlanmış olmasından kaynaklandığını düşünmüyor; onun yerine arkasından korna çalana ya da önüne geçmeye çalışana küfrediyor.

Bu, her şeyden önce yalnızlaşmanın sonucu. İnsan yalnızlaştıkça, yaşadığı tüm zorluklar da giderek kişisel olarak ona yapılan kötülükler gibi görünür. Yalnızlaşma ve bencilleşme arasında bu yüzden güçlü bir bağ vardır. Birey toplumsallık algısını yitirdikçe, sorunların sadece kendisini değil benzer durumdaki herkesi etkiliyor olduğunu umursamamaya, hatta giderek aynı sorundan muzdarip diğer insanları sorunun kaynağı olarak görmeye başlar. Dolayısıyla sorunları ortadan kaldırmaya ya da hafifletmeye, bunun için gerekiyorsa başkalarıyla ortak hareket etmeye değil, bir şekilde bireysel olarak etraflarından dolanmaya, kendini kurtarmaya odaklanır. Ve bunu yaparken, çoğunlukla, sorunu başkaları için daha da zorlaştırır.

En galiz biçimde bu şekilde davranan, sıraya önden kaynayan, metro kapısı açıldığı gibi inenleri beklemeden vagona dalıp boş bir yere oturmaya çalışan ya da hırsızlık yapan tipler geri kalan sıradan insanların bireysel öfkesinin nesnesi haline geldiğinde ise çember kapanır. Temeldeki toplumsal sorunun kaynağı olan asıl sorumlular saklanmış, onların yerini birtakım sefil günah keçileri almış ve tüm kötü duygular sorunu yaşayanlar arasında hissedilmeye başlamıştır. Kötülüğün sınıfsal değil tüm insanlığa özgü bir şey olduğu, “insanın bencil” olduğu, “çiğ süt emdiği”, “diğer insanların kurdu” olduğu inançları da düzenin egemen ideolojisi tarafından bu zemin üzerine inşa edilir. 

Gelin biz, kötülüklerin kaynağına bakalım.

***

İçinde yaşadığımız toplumsal düzende insanlar maddi olarak üçe ayrılır: Zenginler, iyi kötü insanca bir hayat yaşayabilecek olanaklara sahip olanlar (kısaca “ortadakiler” diyelim) ve yoksullar.

Düzenin ideolojik işleyişi, zenginlerin aynı zamanda toplumun egemen sınıfı olduğu gerçeğini saklama üzerine kuruludur. Yönetilen kitleler mümkünse yaşadıkları sefaletin de diğer maddi zorlukların da kaynağını ya kendilerinde ya da kader mader gibi uydurma kavramlarda aramalıdır. Ama bu olmuyorsa ve gerçek bir sorumlu aranıyorsa da, zenginler adına yönetme işini gerçekleştiren siyasiler aynı zamanda onlara ideolojik siper olmalıdır.

Basit örnek: Bugün Türkiye’de milyonlarca insan tüm sorunların kaynağında AKP, hatta bizzat Erdoğan var zannetmektedir. Koçlar, Sabancılar, Zorlular, Ülkerler tertemizdir. İkisi de büyük sermaye ailelerinden gelen “damatlardan” bile sadece bakan olan, bakan olduğu sürece biraz toplumsal öfkeye hedef olmuştur. Düzenin asıl egemenleri toplum tarafından “işinde gücünde” insanlar olarak görülmektedir.

Ama gerçek, maddi egemenliği saklayan ideolojik mekanizma bundan ibaret değildir. Düzen, zenginleri aynı zamanda toplumun geri kalanını sürekli birbirine karşı kışkırtarak ve birbiriyle meşgul ederek görünmez kılar.

Bunun için kullandığı din, mezhep, etnik köken, cinsel yönelim gibi kimliğe dair unsurları odağımızı dağıtmamak için bu yazının dışında bırakacağım. Bunları zaten sürekli, hatta açıkçası gereğinden çok daha fazla ve yanlış bağlamlarda tartışıyoruz. Oysa egemen ideolojinin kimlikçilikten çok daha kritik ve sinsi bir yöntemi var: Düzen, bir yanda basit insani konforlar sağlayan ve yalnızca mevcut zenginlik eşit paylaşılsa herkesin sahip olabileceği olanakları salt orta sınıfın ayrıcalığı haline getirirken, diğer yanda asıl zenginlik olan sermayeyi saklamak için bu ayrıcalığı “zenginlik” olarak kodluyor. Bunu yaptıktan sonra da orta sınıfa “sen zenginsin ve hemen iki sokak ötedeki yoksul mahalle senin zenginliğini çalıp yağmalamak isteyen kötü, kaba, cahil insanlarla dolu. Ne yapıp edip elindekini korumalısın”; yoksul sınıfa ise “sen yoksulsun çünkü hemen iki sokak ötedeki elitler mahallesinde oturanlar bütün zenginliği kaptı ve şimdi sana tepeden bakıyor, hor görüyorlar. Ne yapıp edip onlar gibi olmalısın” hikâyesini anlatıyor.

Oysa gerçek zenginlik bir telefon, bir araba ya da bir ev, yılda bir hafta tatile gitmek falan değil. Yoksullar bu konforlardan tüm zenginliği orta sınıf kaptığı için yoksun kalmadı, orta sınıf mensubu insanlar da konforlarını hiçbir zaman yoksulun biri gelip çaldığı için kaybetmez. Yoksullar sermaye sınıfı zengin ve sürekli daha fazla zenginleşiyor olduğu için yoksul kalır; orta sınıf mensupları da ayrıcalıklarını sermaye düzeninin işleyişi tarafından mülksüzleştirildiklerinde (mesela bir finansal krizde tüm birikimleri uçup gittiğinde) kaybeder.

***

Gerçek zenginlik, yani sermaye zenginliği evle, arabayla ölçülebilecek, somut bir şey değil. “Falancanın serveti şu kadar milyar dolar, filancanınki bu kadar milyar dolar” diye çenemizi yorduğumuz rakamları gerçek hayatta somut olarak göz önüne getirmek istesek getiremeyiz. Sömürüye ve yoksullaştırmaya dayalı bu düzenin egemenleri, biyolojik olarak insan olabilirler ama toplumsal anlamda “insan” değiller. Olympos dağında oturan tanrılar gibi toplumun dışında, yoksulların da orta sınıf mensuplarının da bireysel olarak dokunamayacağı hayatlar yaşıyorlar.

Ve sahip oldukları zenginlik asla azalmıyor. Belki bazı zenginler bazı başka zenginler tarafından rekabette yenilip ekarte ediliyor, birileri birilerini Olympos’tan aşağı atıyor ama bu olduğunda da zenginlik azalmıyor, sadece el değiştiriyor, hatta daha da tekelleşiyor. Öldüklerinde bile durum aynı, zenginlik çocuklarına geçiyor ve bir ülkede siyasi iktidar babadan oğula geçtiğinde “demokratik değil” diyenlerden hiçbiri bu mülk sürekliliğini sorgulamıyor.

İnsanlık ne felaket yaşarsa yaşasın, deprem, salgın hastalık, savaş, hepsi yoksulları daha yoksul, zenginleri daha zengin yapıyor. Sermaye birikimi, asla durmuyor.

Kapitalizm bu işte, kelimenin kök manasıyla, sermayenin egemenliği.

***

İçinde yaşadığımız toplumdaki tüm kötülüklerin kaynağı olan saklı düşman bu. Hiç durmayan ve kapitalizm var olduğu müddetçe durmayacak, duramayacak olan sermaye birikimi ve onun sahibi olan sermaye sınıfı. Savaşlar bunun için çıkıyor. Cehalet bu sorgulanmasın diye büyüyor. Yoksulluk emek sömürüsünden doğuyor.

Ve düzenin insanlık dışılığı, düzen yıkılsın diye mücadele etmeden yaşayan herkese bir biçimde bulaşıyor. Kimse bataklıktaki nilüfer gibi temiz kalamıyor. Orta sınıf mensupları ayrıcalıklarını korumak için, yoksullar ise yoksulluktan kurtulmak için bireysel olarak debeleniyor; bunu yaparken sürekli küçük bencillikler yapıyor, birbirlerine küçük kötülükler ediyorlar ve hep birlikte insanlıkları aşınıyor. Bu yüzden hemen herkes mutsuz, kaygılı ve öfkeli.

Kötücül duygular hayatımızı belirliyor, çünkü kötücül bir maddi ilişkiler düzeninde yaşıyoruz.

***

Ve dönüp dolaşıp, aynı soruya geliyoruz. Hepimizi içine alan böyle bir dünya sistemi karşısında ne yapabiliriz?
Bunun basit bir yanıtı yok, ama elimizdeki kesin bilgileri sıralarsak, en azından ne yapmamızın faydası olmadığını görebiliriz.

Bir: Bu düzen sayesinde sürekli daha fazla zenginleşenler asla kendiliğinden frene basmayacak, onlardan kendi çıkarımıza hiçbir şey yapmalarını bekleyemeyiz.

İki: Demokratik ya da otoriter bir devletin ya da birtakım siyasi figürlerin değil, bu zengin sınıfın egemenliği altında yaşıyoruz. Devlet zenginlerin devleti, kralından reisine ne kadar afili kabile şefi varsa dünyayı zenginlerin adına ve çıkarına yönetiyor. Dolayısıyla düzen siyasetinden, şu ya da bu sermaye partisinden de bize hayır yok.

Üç: Yalnız başımıza hiçbir şey yapamayız.

Canhıraş biçimde üzerimizdeki sermaye egemenliğini yıkmaya ve kendi kendimizi yönetmeye ihtiyacımız var. Bunun için örgütlenmeye ihtiyacımız var. Örgütlenebilmek için ise birbirimizi düşman gibi görmemeye, iki kelime konuşunca yorulmamaya, sürekli insanlardan kaçıp kendi yalnızlığımıza saklanmamaya ihtiyacımız var.

Bunun için çok basit bir önerme sunacağım. Başımıza ne gelirse gelsin, yaşadığımız sorunlar ne kadar kişisel görünürse görünsün, hepsinin kök sebebinin patronlar sınıfı olduğunu unutmamalı, öfkemizi, nefretimizi hep buraya yöneltmeliyiz. Yakın çevremizde olan insanlar yaptıklarıyla hayatımızı zorlaştırıyor, hatta bize zarar veriyor olabilir; ne var ki sıradan insanları bu kadar birbirine çarptıran da sermaye düzeni. Onun bireyci, çıkarcı ideolojik bataklığı hepimizi kuşatıyor ve tabii ki bazı insanlar çamura diğerlerinden daha fazla, daha hevesle batıyor. Ama maruz kaldığımız küçük kötülüklerden yola çıkıp “insan böyle” dediğimizde kendimizi korumaya falan almıyor, batışımızı hızlandırıyoruz.

Bataklığa düşmüş insan umarsızca çırpındıkça daha hızlı batar. Yalnız başımıza debelenmeyi de, birilerinin gelip bizi kurtarmasını ummayı da bırakıp birbirimize tutunmaktan; kurtuluşu kendimiz gibi sıradan insanlarla birlikte aramaktan başka çıkar yolumuz yok.