Plazayla barikat arasında

Artık herkes farkında; hesaplaşma günü yaklaşıyor. Seçimlerden belki önce, belki sonra ama çok uzak olmayan gelecekte AKP iktidarında vücut bulmuş gerici karanlık ile Türkiye’nin ilerici, aydınlık birikimi yüz yüze gelecek ve her iki taraf da bir varlık-yokluk testine girecek.

Tarih Hollywood filmlerine benzemez, nihai zaferler ve mutlak yenilgiler yoktur; ama yaklaşan hesaplaşmayı kaybedenler uzunca bir süre Türkiye’de sadece siyaset değil tüm toplumsal hayattan çekilmek zorunda kalacak. AKP karanlığı fazlasıyla uzamış yönetememe krizini atlatır ve tekrar iktidarını tesis ederse var gücüyle kente saldıracak. Modern, seküler yaşantıyı metropollerde birkaç mahalleye gettolaştıracak, ülkenin geri kalanında ise tamamen boğacak. Kentli yaşantı kadının birey olarak güvenle katılamadığı, marka kolejlere verecek parası olmayanın çocuğuna laik eğitim alamadığı, yeşillik namına sadece mezarlıkların kaldığı, belediye hizmetlerinin, hatta elektrik ve suya erişimin dahi itaate bağlandığı bir cehenneme dönecek.

Peki neden? Neden uygarlığa bu kadar düşmanlar?

Çünkü onları var eden ideoloji ile modern, kentli yaşantı arasında çözülemeyecek bir uyumsuzluk var. Modern yaşantının yapıtaşı bireydir. Kamusal alan bireyin katılımını kolaylaştırmak ve deneyimini güzelleştirmek için kurgulanır. Bu yaşantı batı ülkelerinde yüzyıllardır biriktirilen sermaye ve ona yaslanan emperyalizm üzerine kuruludur: Central Park’taki ağaçları kökleyip yerine rezidans dikmeye veya King’s Cross istasyonunu yakıp otel yapmaya gerek yoktur çünkü rant uğruna toplumsal hoşnutsuzlukla uğraşmak yerine bir yoksul ülkeyi finansal yoldan yağmalamak çok daha kolaydır. Aynı zenginlik sayesinde en düşük gelirli işler yasadışı göçmenlere yaptırılır ve bu modern köleler en ufak itaatsizliklerinde sınırdışı edilir.

Bizim hırsı boyundan büyük İslamcıların ise bu özgürlüğü yok, bu yüzden emperyalist ülkeler karşısında, kentli zenginlik karşısında nefret ve hasetinden çatlayan kasaba eşrafı gibiler. Başka ülkeleri yağmalama ya da öykündükleri görgüsüz Suudiler gibi petrol satma olanakları olmadığı için zenginliği ya kentli yaşantıdan ya da emekçilerden gasp etmek; bir yandan da yoksullaştırdıkları kitleleri kontrol altında tutmak zorundalar. Bu yüzden canının dahi değeri kalmamış sefillerin hayatına anlam kazandıran, ama kendisine aykırı her özgürlüğü, farklılığı budayan İslamcı ideoloji de; kentleri talan eden rant hırsı da belki başta tercihti ama artık zorunluluk. Borca öylesine battılar ki artık hep daha kesif karanlığa ve daha pervasız talanlara muhtaçlar. Frene dokundukları anda bu araba devrilir.

AKP’yi bu geri dönüşsüzlük koruyor: Arabanın devrilmesini göze alamayan karanlığın devamına razı olmak zorunda. Bu yüzden 2013 Haziranı’ndaki direnişten fellik fellik kaçan iki “sol” partinin de milletvekili aday listelerinden İslamcılar ve liberaller fışkırıyor. Hiçbir düzen aktörü AKP karşısında birikmiş toplumsal enerjiyle buluşmaya cesaret edemiyor, çünkü bugünün Türkiyesi’nde o toplumsallığın laiklik, aydınlanma, modern ve insanca yaşantı gibi taleplerinin hayata geçirilmesi için sadece AKP’ye değil, onun öncülüğünü yaptığı 12 yıllık yağma ve talandan beslenen tüm sermayeye kabarık bir hesap kesilmesi gerekecek.

Dolayısıyla, kendi işimizi kendimiz görmek zorundayız. Bu da bizi üç haftadır tartışmakta olduğumuz soruya getiriyor. Kentli, kolektif belleğimizin mücadeledeki yeri nedir?

Kolektif belleğin ortaklaşmış deneyimler toplamı olduğunu ve aydınlanma mekânları olarak isimlendirebileceğimiz kentsel düğüm noktalarında yoğunlaştığını vurgulamıştık. AKP karşısında netleşen iki savunma hattı da buraya oturuyor: İslamcılığın yok etmeye çalıştığı modern özgürlükleri güvence altına alan laiklik ve İslamcılığa zıt ideolojik karaktere sahip aydınlanma mekânları. Bunlar AKP’nin yıkmaya çalıştığı, bizim sırtımızı yasladığımız duvarlar olmaya devam edecek, ama bir kez daha sıkıştığımız köşelere dönüşmeyeceklerse, bu sefer elimizdekileri korumaya çalışmakla yetinmemek ve bunlardan alacağımız güçle bir karşı saldırıya geçmek, mücadeleyi düşmanın kalbinin attığı yere taşımak zorundayız.

Bu sanıldığının aksine imam hatip liseleri ve camiler değil, sermayenin biriktirildiği yerler. Buralara aşinayız çünkü buralarda çalışıyoruz. AKP sömürü ve ranttan beslenen sermayedarların partisidir ve sermayenin başlıca mekânları plazalardır. Bu yüzden gökdelenler tüm görkemlerine rağmen kentsel bellekte yer etmezler. İnsanı sarıp kucaklayan değil yutup öğüten ya da dışlayan mekânlardır. Emekçi insanlar plazalara zorunluluktan giderler; bir üniversite yerleşkesi veya kültür merkezine olduğu gibi severek, isteyerek gitmezler.

Zaten ilk yapmamız gereken de bu: Gitmemek. 3 Haziran 2013 Pazartesi sabahı işbaşı yapmamış olsaydık, diktatör Fas yolculuğundan dönemeyecekti. Biz yoksak sermaye birikmez topluca çalışmamamızın maliyeti ülke çapındaki elektrik kesintilerini solda sıfır bırakır. Bu Tyler Durden’ın Kargaşa Projesi’nden çok daha gerçekçi ve kendi eserimiz olan uygarlığı vandalca yıkmak yerine kendi elimize almaya yönelik çok daha akılcı bir ilk adım olur. Sonrasına da o zaman bakarız…

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal


Not: Bu akşam saat 20.00’de İstanbul Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde, Pazar saat 15.00’te de Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde soL Sohbetleri çerçevesinde “Kolektif Kent Belleği ve Mücadele” başlığını tartışıyor olacağız. Bekleriz.