Patronseverlik: Beyaz yakalının meslek hastalığı

Evet, bir “Mustafa Koç yazısı” daha, ancak bu yazıda Koç’un neden sevilmemesi gerektiğine dair deliller sunmak ya da Türkiye’nin en büyük patron ailesinin şu veya bu suçunu hatırlatmaktan ziyade, bir davranış kalıbı olarak patronseverliğin psikopatolojisini tartışacağız.

Zaten konu güncele sıkıştıkça en iyi ihtimalle “ama ölünün arkasından”a gelip dayanıyor. Doğru, ölünün arkasından konuşmak nezakete sığmaz. Sınıf mücadelesinde nezakete yer olmadığı, işçiden yana olanın haklı olduğu için kaba olabileceği zannı ise Türkiye’de sola en fazla kaybettiren düşüncelerden birisi. Ama Koç’un ölüsüne saygı bekleyenler bunu nazik değil patronsever olduğu için istiyor. Bu tavır bilhassa eğitimli emekçiler arasında yaygın ve egemen sınıf karşısında on yılların örgütsüzlüğünün, mücadele etmemişliğinin verdiği ezikliğe dayanıyor. Atıf Yılmaz'ın ölümsüz eseri Kibar Feyzo'da yürüyüşe geçmiş ırgatların, ağa karşılarına dikiliverdiğinde, "tükürseler boğacak olsalar da" ellerinin ayaklarına dolaşması gibi.

Bir burjuvanın ölümüne sevindirik olmak kuşkusuz saçma çünkü hiçbir şey değişmiş olmuyor. Sermaye üzerindeki özel mülkiyet burjuva bireyi aşan, onun fani hayatından kısmen bağımsız bir ilişkidir ve o ölünce de kopmaz, devrolur. Feyzo ağayı vurur ama ağa öldü diye ırgatlar kurtulmaz. Çünkü ırgatlar ağaya değil, ağanın malikânesine bağlıdır ve o mülk kime kalırsa yeni ağa o olur. Burjuvaziyi egemen yapan özel mülkiyet onun (bireysel) serveti değil (sınıfsal) sermayesidir. Bu sermayenin soy kütüğü karanlıklarda gizlidir ve kapitalizmin bugüne dek icat ettiği, kendisi açısından en önemli şey buhar makinesi, elektrik ya da cep telefonu değil anonim şirkettir. Onun sayesinde, birer insan olan burjuvaların sermayesi karmaşık ortaklıklar, iştirakler ve borsaya arz ile ölümsüzleşir.

Dolayısıyla, burjuvazinin işçi sınıfına ve insanlığa karşı işlediği suçları da bireysel değil kolektiftir.

Koçzadelerin (eğer varsa) olumlu taraflarından dem vuran patronseverlik bu yüzden mesnetsiz. Bir burjuvanın ne kadar nazik, sanatsever, modern veya laik olduğu ona övgü düzme yarışındaki divan şairi kılıklı kapıkulu entelektüelleri ilgilendirir. Ama bu ülkede 2015'teki 1712 iş cinayetinin hiçbiri bir Koç fabrikasına olmadıysa dahi Koç sermayesi bu suça ortaktır.

Ne var ki, sevgili Özgür’ün (Şen), Koç'un IŞİD'in petrol kaçakçılığına suç ortağı olduğunu ifşa ettiği yazısının ardından beyaz yakalı bir Koç holding işçisinden alıp benimle paylaştığı, “keşke Can Dündar’ı değil seni içeri atsalar” minvalinde ifadeler içeren okur mektubu gösteriyor ki, bilhassa emeklerini büyük patronlara satan işçilerin sınıfsal aklı (en azından kendi patronları konusunda) pek açık olmuyor.

Zaten becerikli burjuvaların en önemli özelliklerinden biri çevrelerinde işçileri ve kimi küçük burjuvalardan oluşan bir patronsever kitlesi oluşturabilmeleri. Bu kitle onların en önemli halkla ilişkiler çalışması ve toplumsal ajanları oluyor.

Bu ajanlığın sadece para için yapıldığını düşünmek ise yanıltıcı. Patronseverlik egemen ideolojinin en önemli unsurlarından birisi. Umut Sarıkaya karikatürlerine konu olan "patron onca insana ekmek veriyor" geyiğinden, Borusan filarmoniye orkestra şefliği yapan Eczacıbaşı'ya, hatta taşralı kabalığını ipini kopartmışçasına dışavuran Ağaoğlu'na kadar bütün burjuvalar kâh bizzat, kâh toplumsal ajanları kanalıyla birer rol modeli oluyor. İnsanlar özendikleri, taklit ettikleri şeylerin eleştirilmesinden hoşlanmaz. Aynı tuttukları takım veya sevdikleri şarkıcının eleştirilmesini istemedikleri gibi. Patronseverliğin psikopatolojik zemini bu toplumsal/ideolojik bağdır.

Dahası, beyaz yakalı emekçinin patronseverliğinin arkasında bir bakıma işinin bu olması da var. Patronun fabrikasında kalitesiz çamaşır makinelerinin montajını yapan mavi yakalı işçi bunun için patronunu sevmek zorunda değil. Ama örneğin, işi patronun şirketlerini ve markalarını allayıp pullamak olan reklamcının kişiliği, işini benimsediği ölçüde zehirlenir. Bu insan için, sürekli gerçeği çarpıtmak, bazense düpedüz yalan söylemek için ücret aldığı gerçeğiyle yüzleşmek yerine söylediği yalana inanmak çok daha kolay ve huzur vericidir.

Bütün bunların üzerine Türkiye’nin eksik modernleşmesini; insanların ücretlerini emeklerinin (mutlaka eksik) bir karşılığı değil kendilerine “verilen” bir şey zannetmelerini, varsıl ve yoksul insanlar arasında hukuki eşitlik değil doğal bir hiyerarşi kurmalarını, ergen veletler gibi “bu memleketin ekmeğini yiyip ihanet eden bir gün mutlaka ekmeğini yediği yerden kurşunu yer” gibi beylik sözlerden heyecanlanmalarını eklediğinizde, patronseverliğin psikopatolojisi aşağı yukarı tanımlanmış olur.

Bu, geleceğimizi elimize almak için kurtulmak zorunda olduğumuz en önemli hastalığımız. Diğer başka pek çok sorunumuzun kökünde de bu yatıyor.

Not: Ve eğer gerçekten Koç ailesi hangi yollardan geçerek bugüne geldi merak ediyorsanız, o ölçekte bir burjuva ailesinin eşyanın tabiatı gereği batmak zorunda olduğu pisliğin boyutlarını merak ediyorsanız, Erol Toy’un İmparator adlı eserini okuyabilirsiniz; çok öğreticidir.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal