Kapitalist düzen nasıl sağlıklı gıdalar yerine insanları hasta eden fast food tüketimini yaygınlaştırıyorsa; olağan koşullarda aydınlık ve incelikli değil gerici ve yoz kültürü yaygınlaştırır.
Ölü yıkayarak kültürel hegemonya kurmak
Nevzat Evrim Önal
AKP iktidarının onuncu yılında bir “kültürel hegemonya” tartışması başlamıştı. Henüz Fahrettin Altun hazretleri “Siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek” tweetini1 atmadan çok önce, liberal entellerle Fethullahçı ideolog-imamlar el ele harıl harıl çalışıyor, dönemin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen “muhafazakâr sanat” diye bir kavram uyduruyor, İskender Pala emir telakki edip Fethullahçıların Zaman gazetesinde yirmi maddelik “muhafazakârın sanat manifestosu”nu yazıyordu.2
Bu tartışma son haftalarda TRT’nin paralı kanalı tabii’de yayınlanan Gassal dizisi vesilesiyle tekrar açıldı. Ne var ki artık on küsur yıl öncesinin derinlik taklidinden eser dahi yok. Eleştirilerin neredeyse tümü bu dizi sanki 2024 yılında, AKP’nin 22 yıldır iktidarda olduğu ve 8 yıldır da AKP-MHP ittifakıyla yönetilmekte olan Türkiye’de, devletin televizyonunda değil de zaman ve mekânın dışında bir yerde çekilip yayınlanmış gibi yazılıyor. Tarihsel-toplumsal bağlam kurulmadığı ve tartışma burada temellendirilmediği için estetik eleştiri de ideolojik eleştiri de cılız kalıyor. Bunun karşısında, bütünlüklü bir eleştiri ile meydan okunmadıkça iyice coşan ve kültür alanında özlemini çektikleri zafere sonunda ulaştıklarını düşünen gericiler de “çekemeyen anten taksın” ya da “baldır bacak göremediniz ondan beğenmiyorsunuz” düzeyinde yanıtlar veriyor.3
Oysa herhangi bir toplumda kültür, mevcut maddi işleyiş ve ilişkilerin türevidir. İzleyenden çok daha fazla insanın tartıştığı; metrolara, otobüs duraklarına, ana caddelerdeki ilan panolarına asılan on binlerce “Ölünce Beni Kim Yıkayacak” afişiyle toplumun tamamının gözüne sokulan Gassal dizisi de, ancak “bugün, burada ne işe yarıyor?” sorusundan yola çıkarak anlaşılabilir.
Gelin, inceleyelim…
***
Öncelikle, yaygın ve önemli bir yanlışı düzeltmek gerekiyor.
Milliyetçi-mukaddesatçı ideolojinin düşünsel ve estetik miras açısından liberalizm ve sosyalizme göre daha sığ ve kaba olmasının onun kültürel hegemonya kurmasını hayli zorlaştırdığı, hatta imkânsız hale getirdiği çok iddia edildi. Bilhassa AKP karşıtı eğitimli toplumsal kesimlerde yaygın olan bu kanaat, islamcıların çoğunlukla cahil ve yontulmamış tipler oldukları için devleti yönetmeyecekleri düşüncesinin bir türevi niteliğinde. Hatta iki düşünce arasında bir ardışıklık var: Siyasal islamcılar için önce “iktidar olamazlar” dendi. 2002 Kasımında oldular. Ardından “iktidar oldular ama devlet olamazlar” dendi. Ergenekon operasyonundan 15 Temmuz darbe girişimine uzanan bir dizi kanlı mücadeleyle onu da oldular. Geriye bir tek kültürel alana hâkim olma meselesi kaldı.
Kültür-sanat alanının özel bir incelik istediği, burada sığlık ve hoyratlıkla kalıcı kazanımlar elde edilemeyeceği, aslında 2002-2012 döneminde liberallerin kendilerini AKP’ye pazarlama argümanıydı. “Biz olmadan beceremezsiniz” diyor, ittifaktaki fonksiyonlarını bunun üzerinden tarif ediyorlardı. Oysa tek fonksiyonları, islamcılıktan hazzetmeyen ama kapısı penceresi liberal ideolojiye açık eğitimli kesimlerin gardını düşürmekti ve bunu sadece AKP’ye destek verip kefil olarak değil, aynı zamanda onu demokratik süreçlerle iktidara gelmiş alelade bir burjuva partisi gibi, yani tehlikesiz göstererek yaptılar. “Bunlar odun, kültürel hegemonya kuramazlar” inancı, tıpkı “bürokrasiyi ele geçiremez, devlet olamazlar” savı gibi, bu amaca hizmet etti.
Oysa liberallerden cumhuriyetçilere doğru yayılan bu inanç ölülerin hortlamaya başladığı mezarlıkta ıslık çalmaktan ibaretti. Zira kapitalist emperyalist dünya sisteminde kültür de bir “endüstridir” ve kültürün şekillenmesi, sermaye öbekleri arasındaki rekabetin egemen ideolojiyi ve buradan devamla kültür üretiminin içeriğini belirlemesiyle gerçekleşir. Toplumun estetik beğenileri bir parametre olsa da bu parametre, tıpkı ideolojik eğilimler gibi, sabit değil düzen tarafından yapılandırılan bir niteliğe sahiptir. Kapitalist düzen nasıl kaliteli ve sağlıklı gıdalar yerine insanları hasta eden fast food tüketimini yaygınlaştırıyorsa; olağan koşullarda aydınlık ve incelikli değil gerici ve yoz kültürü yaygınlaştırır.
Bunun tek istisnası, Nazizmi yenen Sovyet sosyalizminin dünya çapında politik üstünlüğü kısa süreliğine ele geçirdiği 1945-1975 dönemiydi. Emperyalist sistemin kültür-sanat üretiminin en nitelikli eserlerinin bu dönemde çıkmış olması da; sonrasında yaratılan (ve giderek sayıları azalıp kaliteleri “seyrelen”) tüm nitelikli eserlerin bu döneme referans vermesi de bir tesadüf değil. Politik üstünlük tekrar emperyalizmin eline geçtiğinde ve neoliberal saldırı başladığında, bunun kültürel hegemonyası da 80’lerde Rambo ve Rocky filmleriyle, Michael Jackson ve Madonna şarkılarıyla kuruldu. Ne var ki, daha sığ ve yoz olduğu tartışmasız bu kültürel üretim, gerilemekte olan sosyalist düzenin ideolojik savunmalarını alt etmeye de çok daha uygundu. Sonuç malum…
Dolayısıyla, Bir Başkadır ya da Gassal gibi dizilerdeki, odundan yontulmuş gibi görünen (örneğin ikindi namazının ne olduğunu bilmeyen ve kelimeyi “ikinci” zanneden) “modern laik Kemalist” karakterlere bakıp “kimse bu karikatüre ikna olmaz” demenin bir anlamı yok. 80’lerde Hollywood filmlerindeki komünist karakterler de odun gibiydi, çünkü Batman’in düşmanı Joker gibi sistemde bulunması kaçınılmaz bir kötülüğü değil, yok edilmesi gereken ve yok edildiğinde bir daha geri gelmeyecek bir dışsal düşmanı temsil ediyorlardı. Dolayısıyla onlarla empati kurulmamalı, sadece yabancılaşılmalı ve mümkünse onlardan nefret edilmeliydi. Bu şekilde oluşturulan düşman karakterin sığlığı eseri sığlaştırıyorsa da bu, ideolojik hedefe doğru bir sığlaşma, hatta bir odaklanmaydı ve sonuçta işe yaramış, ideolojik üstünlük sağlanmıştı.
Dolayısıyla, bir kez daha vurguluyorum: Olan biteni hafife almak zombilerle dolu mezarlıkta ıslık çalmaktır.
***
Gelelim genel olarak bu kültürel saldırı ve özel olarak Gassal dizisinin günümüz Türkiyesinde nereye oturduğuna.
Birincisi: Türkiye, günümüz dünyasının bir parçası. Sevgili Orhan Gökdemir’in son yazısındaki, yüzde yüz katıldığım “ülkenin neşesini öldürdüler” vurgusu4 Türkiye’yle sınırlı değil. Kapitalist sistem, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana halkı en mutsuz ettiği dönemini yaşıyor. Hep birlikte, ensesinde devrim tehdidi hissetmeyen sermaye egemenliğinin ne denli çirkin ve halk düşmanı olabileceğini tecrübe ediyoruz. Üstelik, düzenin içinde hiçbir düzeltme arayışı yok. Aksine sermaye düzeni, mutsuz, yalnız ve çaresiz insanların hayatları ve kişiliklerindeki delikleri tıkamak için umarsızca çok daha fazla meta tüketeceğini keşfetti ve bu zaafı tepe tepe kullanıyor. Dünyanın iyiye gideceğine dair hiçbir umudu olmayan kitleler, salt yaşanılan anı çekilir kılan ve sadece tüketime dayalı olmayan, aynı zamanda tüketicisini de tüketen hazlara bağımlı hale getirildi.
Bu hazların pazarlamasında başı kültür endüstrisi çekiyor ve burada belki de en sembolik isim, tüm iş modelini bağımlılık yaratma ve körükleme üzerine kuran, dürüst bir pazarlama sloganı kullanacak olsa bunun “hadi bir bölüm daha izle” olması gereken Netflix.
İkincisi: Düzen değişikliğini bir ihtimal olarak görmedikçe umarsızlaşan AKP karşıtları görmek istemiyor ve mezarlıkta ıslık çalmaya devam ediyor ama Türkiye sermayesi AKP iktidarı altında çok zenginleşti. Halkın yoksullaşması, borca batması ve mutsuzluğu sayesinde gerçekleşen bu zenginleşme sonucunda Türk patronlar artık çıkarlarını sadece Türkiye’de değil Türkiye’nin çevresinde de kovalıyor. Komşu ülkelerdeki iktidarların altını oyuyor, savaşlara ve iç savaşlara silah satıyor, yıkılmasına vesile oldukları şehirleri yeniden inşa etmeye soyunuyor, yani, adını koyalım, emperyalist bir hevesle hareket ediyorlar.
AKP-MHP iktidarının Yeni Osmanlıcı ideolojik-siyasi çerçevede yürüttüğü saldırgan ve yayılmacı siyaset, esasen ne kişisel ikbal için ne de ideolojik takıntılar nedeniyle yapılıyor. Bunların hepsi ikincil ve önemsiz. Gerici iktidar gerçekte tek bir kutsala, Türkiye sermayesinin çıkarlarına hizmet ediyor ve bunu yapabildiği ölçüde kendi devamlılığını da sağlıyor.
Üçüncüsü: Öte yandan Türkiye sermaye sınıfı, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde yerleşik emperyalist tekellerin sermayesinin yakınından geçecek bir ölçekte değil. Onlar gibi finansallaşma, kendinden zayıf sermaye öbeklerine asla kapatılamayacak borçlar verme ve faiz yoluyla onların kârının bir kısmına el koyarak kendi sermaye birikimini gerçekleştirme olanağı bulunmuyor. Aksine bir yandan kendi borçlarını çevirebilmek diğer yandan da kâr etmeye devam edebilmek için, sadece sınır ötesi pervasızlıklara değil, bundan çok daha fazla kendi işçi sınıfını hep daha fazla sömürmeye ihtiyaç duyuyor.
Bu ortamda, hep daha da ağırlaşan sömürünün ve pervasızlaşan yayılmacı politikaların halk tarafından somut bir karşı çıkışla sekteye uğratılmaması, sermaye birikiminin sürekliliği açısından hayati önem taşıyor. AKP-MHP iktidarının tüm politik faaliyeti ve bu yazı özelinde tartıştığımız, dozu artmakta olan milliyetçi ve mukaddesatçı kültürel-ideolojik saldırı bunu sağlama hedefiyle, çatlak sesleri baskılamak için yürütülüyor.5
Burada altının çizilmesi gereken bir nokta var: Gerici iktidar, Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarına aykırı bir halk hareketinin kesinlikle dış manipülasyondan kaynaklanacağını düşünüyor; Türkiye işçi sınıfının kendi tarihsel çıkarları doğrultusunda, emeğin özgürleşmesi ve bu topraklarda eşitlikçi bir toplum kurulması hedefiyle (yani devrimci bir doğrultuda) harekete geçeceğine ihtimal dahi vermiyor. Dolayısıyla tüm ideolojik karşıtlıkları kendisini yerli ve milli, hasımlarını ise “kökü dışarda” biçiminde kodlayarak kuruyor. Bu bağlamda, dinselleşme karşısında laikliği savunanların emperyalist Batı uşağı, Türkiye’nin Suriye’de kurulmakta olan şeriatçı kukla rejimi desteklemesine karşı çıkanların İran uşağı olduğu iddia ediliyor. Öyle ki, Türkiye ile İran arasında yakın gelecekte sıcak çatışmaya varabilecek bir gerilim birikirken, “iç cepheyi tahkim etmek” adına açıkça mezhepçilik yapılıyor, “siyasal Alevilik” diye bir kavram uydurularak Türkiye Alevilerine tehdit sopası sallanıyor. RTÜK, arabesk müziğin sığlığını açık sözlülükle dile getiren gazeteci Musa Özuğurlu hakkında, halkın müzik beğenisine dil uzattığı için değil, Orta Doğu halklarına yönelik emperyalist saldırganlık ve Türkiye’nin bu saldırganlıktaki rolü konusunda dürüst ve gerçekleri söyleyen tavrını cezalandırmak için “inceleme” başlatıyor.
ABD başta olmak üzere emperyalist Batının Türkiye’nin emekçi halkına (ve tüm dünyanın emekçi halklarına) yönelik manipülasyon faaliyetleri yok mu? Kuşkusuz var. Rusya ve Çin’in de var. Herhalde İran’ın da gücü yettiğince vardır. Ama gerici AKP-MHP iktidarı halkı manipülasyondan ve dezenformasyondan korumaya falan çalışmıyor; manipülasyon ve dezenformasyon tekelini eline almaya çalışıyor. Gassal dizisi bu yüzden “LGBTİ propagandası yapan, sürekli cinsellik pompalayan” Netflix dizilerine karşı konumlandırılıyor.
Oysa kentlerin neredeyse bütün duvarlarından “Ölünce Beni Kim Yıkayacak” diye dinsel ve kaygı körükleyici bir sloganla pazarlanan, görünüşe göre bütçesinin en önemli kalemi de bu pazarlama kampanyası olan Gassal dizisi, emekçi ve yoksul halkın değerlerini ve aklını emperyalist merkezlerden gelen bir saldırıdan korumuyor, aksine bunlara yönelik bir başka saldırı niteliği taşıyor. Çünkü emperyalist rekabetin şiddetlendiği ve bir dünya savaşının dahi olası hale geldiği günümüz dünyasında Türkiye kapitalizmi koşulsuz itaat arıyor. Hayal ettikleri ve kurmaya çalıştıkları Yeni Osmanlı Türkiyesi böyle bir ülke, Türkiye Yüzyılı böyle bir çağ: Sermayenin halkın yoksullaşması sayesinde zenginleştiği, giderek büyüyen toplumsal üretimden emekçinin payına bu seneki asgari ücret ve emekli maaşı zammının gösterdiği üzere kırıntılar düştüğü; dolayısıyla sayısı giderek azalan orta sınıfın tüketimle avuntu bulduğu, yoksul kitlelerin “ölünce onları kimin yıkayacağı” gibi uhrevi ve anlamsız sorularla oyalandığı bir ebedi mezarlar düzeni.
Bu düzeni yıkmak zorundayız. Ama bu düzenin alternatifi Batı emperyalizminin kendi halkına dahi hayrı olmayan yoz uygarlığı olamaz. Dünyanın üzerine çöken karanlıktan da, Türkiye’de kurulmuş dinci, gerici mezarlar düzeninden de tek çıkış bir işçi sınıfı ayaklanması ve işçi sınıfı aydınlanmasıyla gelebilir.
Bu çok zor olabilir. Ama kapitalist düzenin kendi kendisini insancıllaştırması, insanlığın yıktığı mutluluğu ve neşesini geri getirmesi zor bile değil, imkânsız.
Biz ne olmayacak duaya âmin diyelim, ne bu mezarlar düzeninde ıslık çalıp avunalım, ne de ölünce bizi kimin yıkayacağı gibi uğursuz şeyler düşünelim. Dünyanın ve Türkiye’nin geldiği noktada, refah içinde yaşamayı, savaşlarda ölmemeyi falan geçtim, en basitinden neşe ve mutluluk için dahi örgütlenip mücadele etmek zorundayız.
- 1https://x.com/fahrettinaltun/status/1014916512598167555.
- 2Yeri gelmişken, Pala, bu köşede mücadele edeceğimizi söylediğimiz “okumuş karanlığın” önde gelen isimlerindendir. Yazdığı metni de şuradan okuyabilirsiniz: https://t24.com.tr/haber/iskender-paladan-muhafazakar-sanat-protestosu,201406.
- 3Mesela: https://www.aksam.com.tr/yazarlar/oguzhan-bilgin/kulturel-hegemonyanizi-kim-yikayacak/haber-1534431, ve mesela: https://x.com/MerveSafaEL/status/1873519716796649958.
- 4https://haber.sol.org.tr/yazar/nese-ve-sis-397196.
- 5Yazıyı daha da kalabalıklaştırmamak için dipnota koyuyorum, bu tartışma zamanında açıldığında şunu yazmıştım ve bugün haklı çıktığımı düşünüyorum: “(…)muhafazakâr sanatın oluşturması, bunun için yerleşik sanatsal yapıların yıkılarak alan açılmasına yönelik müdahale, yaratıcı bir yıkıcılıktan ziyade, estetik açıdan Türkiye’ye büyük zarar verecek, ancak muhafazakâr ideolojinin elini güçlendirecek bir sansürcülük ve Vandallık olacaktır.” Nevzat Evrim Önal, “İslami muhafazakârlığın sanat açılımı üzerine…”, Çağdaş Türkiye’de Muhafazakâr Sanat Sorunu içinde, der. Servet Gündoğdu, İstanbul: Granada, 2013, s.217-229.