Öfkemizin kaynağı (2): Doğurup doğurup ölmeyen kazan

Üç haftadır sürdürdüğümüz tartışmanın son yazısına meselenin özünü ifade ederek başlayabiliriz. Öfkemizin kaynağı hayal kırıklığımız ve aldatılmışlık hissimiz. Bize diplomamızın kolumuza altın bilezik olacağı, listesi her yıl yenilenen “gözde meslek”lerden birine sahip olduğumuzda tüm kapıların bize açılacağı, toplumun daha az eğitimli kesimlerinin bize saygı duyacağı söylendi. Üstelik bu yalanlar sadece gazete ve televizyondan savrulmadı; burnumuzun dibinde, üniversite sınavına hazırlanır ve kendimize bir meslek seçmeye çalışırken en güvendiğimiz insanların ağzından döküldü. Çünkü 12 Eylül sonrasının katı olan her şeyin buharlaştığı, güvenilen her dağa lapa lapa kar yağan neoliberal karanlığında, iyiliğimizi isteyen herkes korku ve çaresizlik içinde bu hayale tutunuyordu: İyi bir mesleğe sahip olur ve onu beceriyle icra edersen patronun gözüne girerdin; böylece tuzun kuru, hayatın güvenli olurdu.

Dandik bir hayaldi bu. Pahalı görünsün diye ağzı zımparayla inceltilmiş bir bardak kadar sahte ve kırılgandı. Zaten çok da dayanmadı. Üç ekonomik kriz, sahiplerince soyulan bankalar, IMF’nin kemer sıkma programı, özelleştirmeler derken Türkiye, dünyanın tamamıyla birlikte Sovyet sonrası çağa yuvarlandı. İdeolojilerin sonunun geldiği müjdeleniyordu ama sonu gelen sermaye uygarlığının ta kendisiydi. Kapitalizm baş düşmanını tepelemiş, barbarlığa giden yoldaki son büyük engeli yıkmıştı ve artık piyasacılık bir Lovecraft öyküsünden fırlamış habis bir tanrı gibi tüm dünyaya çöreklenecekti.

Tarihte hiçbir suçun cezası yenilgininki kadar büyük değildir, çünkü tarih destanlara benzemez; iyiler yenildiğinde güçlerini toplayıp karşı saldırıyı örgütlemek için galaksinin ücra köşelerine çekilmez, yenenlere köpek olup onlarla beraber çürürler. Nitekim tam da böyle oldu. Tarihin yasası acımasızca işledi ve aralarında sımsıkı bir diyalektik bağ olan maddiyat ile fikriyatın her ikisinde de yenilgimiz kısa sürede tamamına erdi. Sosyalizm tehdidinden kurtulan kapitalizmin barbarlaşması maddiyatta finansallaşma, fikriyatta postmodernizm oldu. Bir yanda bankalarla borsalar değer üretmeden zenginlik üretir, balon şişirip balon patlatır, her ekonomik krizin faturasını halka keser ve zengini ölçüsüzce zenginleştirirken; diğer yanda çoğu dönek solcu enteller düzen açısından artık bir safraya dönüşmüş, akıl dışılığın sorgulanmasına da neden olabilecek aydınlanma ve ilerleme ideallerinin üzerinde tepindi.

Bu saldırıyla baş edebilecek güçte değildik çünkü örgütsüzdük, dolayısıyla savunmasızdık. Sadece yalnız değil, ütopyasızdık. Kapitalizmin tek maddi antitezi sosyalizm daha yeni yenilmişti ve kocaman gülümsemelerindeki samimiyete rağmen Küba halkı ve onun bilge önderi Fidel’in ışığı dünyayı aydınlatmaya yetemezdi. Emek ve aklın alacakaranlığında işçi sınıfı, en kritik halkası olan biz kentli, eğitimli emekçilerden dağılmaya başladı.

Bu köşede neredeyse bir yıldır yürüttüğümüz tartışmalarda “hadi beyaz yakalı dövelim” geyiklerine hep set çektik, karşı durduk; ama çuvaldızı elimize alacaksak, iğneyi kendimize batırmanın zamanıdır. Bugün tüm krizlere, savaşlara, yoksulluğa, gericiliğe rağmen düzen hala sarsılmıyorsa sebebi şudur: Doğrudan doğruya maddiyata dair, bu yüzden mümkün olabilecek en temel tartışmadaki ideolojik mevziyi kaybettik. Kapitalizm koşullarında güvenceli bir hayat (her ne kadar imkânsız olsa da) mülkiyete yaslanmak zorunda ve temel derdimiz böyle bir hayat kurmak olduğu için özel mülkiyeti felsefi olarak da sorgulamayı bıraktık. Dolayısıyla Ertuğrul Kürkçü’nün Yunanistan’ın dış borcunun inkâr edilmesinin siyaseten kabul edilemez olduğunu buyururkenki tavrı uşaklık çukurunun dibidir, ama zat-ı muhterem o çukurda yalnız değil. Zira özel mülkiyetin kutsallığı sorgulanmadan onun bir biçimi olan borcun kutsallığı da sorgulanamaz.

Oysa bu toprakların en büyük kültürel mirası olan mizahtan birazcık nasiplensek bu tartışmada fersah fersah yol kat ederiz. Nasreddin Hoca’nın ödünç aldığı kazan birinci seferde tencere doğuruyorsa, ikinci seferde pekâlâ ölebilir. Borç bir maddi anlaşmadır ve doğası gereği sadece borçlu değil alacaklıyı da bağlamalıdır. Oysa içinde yaşadığımız düzen borç ödenemediğinde tüm suçu borçluya yıkıyor; gırtlağına çöküp nesi var nesi yoksa almakta, geriye bir insani enkaz bırakmakta sakınca görmüyor. Biz de salak gibi, tecavüze uğrayan kadının kıyafetine kusur bulur gibi, borçlunun kredi kartı manyaklığından veya Yunan halkının tembelliğinden bahsediyoruz. Bu düşünsel kuşatılmışlığımız bizi çaresiz bırakıyor ve öfkemiz de bu çaresizliğimizden kaynaklanıyor. Yeri geldiğinde din, millet, aile ne kadar kutsal varsa öfkeyle sorguluyor ama iş hepsinin zemini olan özel mülkiyete gelince çaresizce susuyoruz.

Nietzsche meseleyi yanlış anlamıştı. Atı arabanın önüne değil arkasına koşuyor sonra da araba yürümüyor diye sızlanıyordu. İnsanlık gerçekten de putların alacakaranlığında yaşıyor, ama şafak şu veya bu put değil, hepsinin altındaki kaide olan özel mülkiyet yıkılınca sökecek. Geleceğin aydınlık dünyasını da tabudevirenler değil borçları ödemeyi toptan reddedenler kuracak.


[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal