Öfkemizin kaynağı (1): Havuçtan tasmaya

22 yıl önce insanlıktan yoksun alçaklar tarafından Sivas’ta katledilen aydınlarımızın anısına saygıyla…

Haziran Direnişi, içindeyken ve onu yaşarken bizi hayrete düşürecek özgünlüklere sahipti. İlginç günlerdi; yapıyor ama yaptıkça kendimize şaşıyorduk. Öte yandan, toplumun ortalamanın üzerinde gelir elde eden kesimlerinin kitlesel eylemlere dâhil olması, hatta başını çekmesi yepyeni bir olgu değil. 90’ların ortasından itibaren dünya çapında, küreselleşme karşıtı eylemlerden ABD’nin Irak işgalinin tetiklediği mitinglere, Latin Amerika’daki pek çok kitlesel kalkışmadan eskiden sosyalist dünyanın parçası olan ülkelerde yaşanan “renkli” devrimlere kadar tüm halk hareketlerinde bu kesim, her örnekte farklı olmak üzere önemli bir yer tuttu.

Kastettiğimiz insanlar toplam gelirin aslan payını alan en zengin yüzde 10’luk dilimi oluşturan patronlar ile onların şirketlerindeki (ve devletteki) birinci derece hizmetkârları olan genel müdür ve benzerleri değil. Onlar en fazla kendi çıkarlarını korumak için bir otellerinin müdürüne kapının polisten kaçan göstericilere açık tutulmasını emreder veya çatışmalar bittikten sonra ihtiyar delikanlı kıyafetlerini giyip turist gibi zapt edilen meydana arz-ı endam ederler. Kastettiklerimiz gelir dağılımında ikinci ve üçüncü dilimde yer alan, büyük sermaye sahibi olmayan, aksine sürekli onun tarafından yoksullaştırılma tehdit ve endişesi altında yaşayanlar. Liberallerin el çabukluğuyla hepsini “Orta Sınıf” çuvalına doldurmaya çalıştığı bu insanlar ikiye ayrılıyorlar: Sahip oldukları ve üzerinden gelir elde ettikleri küçük mülklerine dört elle sarılmış dükkâncılar ve rantiyeler ile biz kentli, eğitimli emekçiler. Bu iki kesim bir ölçüde benzer bir refah düzeyine sahip olsa da birincisi bu refahı mülkiyeti kanalıyla kazanır ve kafasını sinsi bir çıkarcılığın ötesinde çalıştırmaya ihtiyaç duymazken ikincisini teşkil eden bizler hayatımızı kafamızı patronumuz için, onun şirketi kâr etsin diye çalıştırarak, düşünsel emeğimizle kazanıyoruz.

Bu ayrımın Türkiye’deki sonucu çok net oldu: Biz meydanları doldurduk, onlar ise önce bize büfelerinde tost satmadı, zayıfladığımızı hissettikleri anda ise palayı kapıp saldırdı. Böylelikle biz de bu köpek ruhluların tasmasının onların müşterileri olan bizim değil onları vergilendiren ve denetleyen devlet ile kredilendiren sermayenin elinde olduğunu güzelce görmüş olduk. Ama konumuz onlar değil, dolayısıyla bize dönelim…

Bizi tanımlayan en temel özelliklerden biri iş hayatındaki güvencesizliğimiz ve bu yönümüzle önceki kuşakların, çoğumuzun ebeveyni de olan eğitimli emekçilerinden ayrılıyoruz. Onlar, sermayenin nitelikli emeğe duyduğu ihtiyacı karşılamakta zorlandığı bir dönemde yaşadılar. Bu dönemde üniversite mezunları için işsizlik istisnaydı, kızlarına koca beğenmeyen aileler “ne mühendisler, doktorlar istedi de…” şeklinde cümleler kurardı. Aslında olan, sermaye faaliyetlerinde giderek artan karmaşıklıkla birlikte nitelikli emeğe duyulan ihtiyacın 20. yüzyılın başında olanın çok üzerine çıkmasının sonucuydu. Bütün dünya sanayileşmeye çalıştıkça mühendislere, eğitim ve sağlık herkese sunulan bir hakka dönüştükçe öğretmen ve doktorlara, şirketler büyüdükçe işletmecilere olan ihtiyaç artıyor ama bu niteliklere sahip insanların sayısı aynı hızla artmıyordu.

Zengin, emperyalist ülkelerde “refah devleti”, onların peşinden gelmekte olan Türkiye gibi ikinci kuşak kapitalist ülkelerde ise “kalkınmacılık” olarak isimlendirilen bu dönemin ortaya çıkış sebebi Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin varlığıydı. Artık kapitalist ülkelerde toplum patronlar ve onların vereceği yevmiyeye bakan işçilerden ibaret olamazdı çünkü işçilerin iktidarda olduğu ülkeler de vardı ve her kapitalist ülke işçi devrimi tehdidi altındaydı. Bu yüzden patronlar, işçilerin içinde kritik becerilere sahip olan eğitimli kesime ciddi ödünler verdiler ve Lenin’in emperyalist ülkelere özgü bir olgu olarak tanımladığı, işçi sınıfının burjuvazi tarafından yüksek ücretlerle kendisine bağlanmış kesimi olan “işçi aristokrasisi” Türkiye gibi ülkelerde de bir ölçüde oluştu.

Bizi ebeveynlerimizden ayıran kritik değişim de bu çerçevede oldu: 1991’de sosyalist blok dağılıp yıkıldığında, zaten düşmekte olan kâr oranlarının basıncı altında bezmiş olan sermaye, Sovyetler Birliği’nin gerilemeye başladığını gördüğü andan itibaren başlattığı neoliberal saldırıyı tüm dünyaya yaydı ve kentli, eğitimli emekçilerin sahip olduğu ayrıcalıklar hızla talan edildi. Ücretler düştü, eğitim paralı hale geldi, devlet kadrolarının istihdamı liyakatten tamamen alakasız yollarla yapılmaya başlandı. Ancak tüm bu talanın bizim refahımıza doğrudan yansıtılması büyük infial yaratacağı için gelirlerimiz göreli olarak düşerken tüketim standardımızın aynı hızla düşmemesi için bir yol icat edildi: Bireysel tüketimin bireysel borçlanmayla finansmanı.

Türkiye’de bu süreci hakkıyla yoluna koyma şerefine tüccar zihniyetli AKP nail oldu. Eğitimli emekçilerin 2001 krizine dek yüksek ücretlerle elde ettiği refahın yeni kaynağı krediler oldu. AKP’nin bizi, geçinebilmek için sadaka usulü dağıtılan devlet yardımına muhtaç hale gelen yoksul milyonlara hedef göstermek için istismar ettiği “refahımızın” kaynağı buydu. Öte yandan, ABD’deki durumun aksine krizden ağzı yanan Türkiye bankacılık sektörü paranın bollaştığı kriz sonrası ortamda maceracılıktan uzak duruyor; bol keseden kredi dağıtmak yerine kendisine en az risk getiren, en yüksek faizli bireysel borçlanma aracı olan kredi kartlarına yükleniyordu. Bu durum, 2008 yılında ABD’de akıldışı miktarda ve hiçbir teminat aranmadan dağıtılan konut kredilerine dayalı tüketim finansman sistemi dağılıp da “Mortgage Krizi” patlayana kadar sürdü. Bu yıldan itibaren tüm dünyayı saran kriz Türkiye’yi “teğet geçsin” diye bireysel kredi faizleri gözle görülür biçimde düşürüldü ve kentli emekçiler kriz nedeniyle normalde kaybedecekleri refahı benzersiz boyutlara ulaşan bir borçlanma pahasına sürdürebildiler.

Bu gelişmeleri aşağıdaki grafikte de görebilirsiniz. Grafiğin sol ekseninde üç temel bireysel borçlanma aracının birikmiş borç stokları, sağ ekseninde ise bireysel kredilere uygulanan ortalama yıllık faiz oranı bulunuyor. Bu oranın enflasyondan arındırılmamış oran olduğunu vurgulayalım ve 2008 itibariyle yaşanan düşüşe özellikle dikkat çekelim.   

Böylelikle, geçen hafta başladığımız konunun tarihsel arka planını sunmuş olduk. Önümüzdeki hafta bu durumun evrenselliği ve geleceğe dair öngörüler ile toparlayacağız.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal