Mezarlar düzeninde erdemin ölümü

İnsan uzun zamandır iyi, güzel ve doğruyu kendinde değil dışında arıyor. Aydınlanmanın nihai çöküşü ve ortaçağa dönüş bu: Burjuva uygarlığı gerileye gerileye başa dönüyor ve doğumunda baldırıçıplak emekçilerin, sefillerin yardımıyla metafizik hayal âlemlerinden söke söke aldığı, gökten yere indirdiği ve insana ait hale getirdiği değerleri bir kez daha insandan dışlıyor. Erdemler amaç edinilecek, uğrunda mücadele edilecek, hatta can verilecek gerçekler olmaktan çıkıyor ve hayali kurulup yokluğuna hayıflanılacak soyut “idea”lara dönüştürülüyor.

Bu uhrevileştirme, paradoks gibi görünse de aslında hiç şaşırtıcı olmayan bir biçimde insanı barbarlaştırıyor. Çünkü erdem canlı, gerçek insana içkin olamıyorsa ondan bayağılık, çirkinlik ve kötülükten başka bir şey beklenemez. Böylece bayağılık, çirkinlik ve kötülük normalleşir ve nihayet erdemin kendisine yönelir. Bu, barbarlaşmanın şaşmaz diyalektiğidir.

Bunun en açık ifadesini “güzel”e yönelik arayışta görüyoruz. Estetik çaba neredeyse tamamen yabancılaşma halini almış durumda ve insandan, onun eyleminden, hatta varlığından ne kadar uzaklaşılırsa güzele o denli yaklaşılacağı sanılıyor. Bunun sonucu olarak estetik iki belli başlı yerde aranıyor: İnsansız doğa ve sahibinin insan olduğu unutulacak derecede nesneleştirilmiş kadın bedeni.

Ve kaçınılmaz olarak her ikisi de yok ediliyor. Kutsal kitaplarda vaat edilen, Monet’nin izole biçimde inşa etmeye çalıştığı cennet bahçesi insan ayak bastığında berbat oluyor. Bu yüzden doğa, hayallerde tüm güzelliğin kaynağı olarak kutsanırken gerçekte ya rant uğruna yok ediliyor ya da zenginlerce mülk edinilip insanlığın elinden alınıyor. Kadın bedeninde de durum farklı değil. İnsanı anoreksi hastası eden ceberut bir beden estetiğinin tüm kadınlara dayatılmasına vesile olan bir avuç mankenin çoğu asıl parayı zenginlerin gözde cariyeleri olarak kazanıyor ve sırtlarına melek kanatları takıp podyumda yürürken milyonlarca erkeğe mastürbasyon malzemesi oluyor. Öte yandan kadın bedeni nesneleştikçe barbarların istilasına daha kolay uğruyor. Kadının aynı anda Bakire Meryem kadar iffetli ve pop şarkıcısı adaşı Madonna kadar şehvetli olması gerektiğine inandırılan erkek arzunun bu imkânsız nesnesini bulamadıkça hıncını gerçek kadından çıkartıyor, oluk oluk kan akıyor.

İkona kırıcı bir çağ bu. Putlar yıkılmak için; sembolize ettikleri erdemleri hunharca tüketme zevki pazarlanabilsin diye dikiliyor. Bugün elde balyoz kıracak heykel arayan IŞİD militanı, burjuva uygarlığının öz evlatlarının gizli günahlarını açıkça ve onların yerine işleyen piçidir, Smerdyakov’udur.

Aydınlanma bu barbarlığı aşmıştı. Tüm insanlık için bestelenen klasik müzik iktidarları köhnemiş aristokratlar için bestelenen barok müziği; Beethoven’ın milyonlarca insanı kardeşleşmeye çağıran 9. Senfoni’si Vivaldi’nin güzelliği insansız doğada bulan Dört Mevsim konçertolarını tarihe gömmüştü. Özgürlük Halka Önderlik Ediyor tablosunda memelerini bedeninin kumaş hapishanesinden kurtarıp eline üç renkli bayrağı almış kadına bakan erkeğin aklına nesneye yönelen şehvet değil kadınıyla erkeğiyle tüm insanlığı özneleştiren Özgürlük ve Eşitlik erdemleri geliyordu.

Mükemmel değil, tüm kusurlarıyla muhteşemdi ve bitmek zorundaydı. Bitmek zorundaydı, çünkü insanın insanı sömürmesine dayalı burjuva uygarlığı bu büyük erdemleri insanların hayatına amaç olsun, devrimlere ilham versin diye başıboş bırakamazdı, kirletmeliydi. Ama insanın erdemlerini alırsanız hayatın amacı türünü sürdürüp ölmekten ibaret kalır. Bu yüzden bugün estetiğin üçüncü ve son kaynağı ölüm haline geldi. Bu yüzden dünya her gün Bruegel’in Ölümün Zaferi tablosuna biraz daha benziyor. Bu yüzden Erzurum’da çok mantıklı bir sebepten dolayı olsa da gömülecek insanlar ölmeden topluca kazılan mezarlar aynı zamanda içinde yaşadığımız, kapısında “Her Canlı Ölümü Tadacak” yazan karanlık mezarlar düzeninin olağanüstü bir analojisi.

Peki, ya biz ne yapacağız?

Öncelikle, insanlıkla yaşıt erdemlerin o durdukça yok edilemeyeceğini bileceğiz. Daha önemlisi; özgürlüğü kedide, sadakati köpekte, bu ve bütün diğer erdemleri dışımızda değil; kendimizde, birbirimizde, insanda bulabileceğimize güveneceğiz*. Ama enayilik de etmeyeceğiz. Bu karanlık çağı insanlığın mevcut ortalamasının değil, içinden doğacak yeni insanlığın bitireceğini bileceğiz ve bugüne dek yaşanmış ve yaşanmakta olan sosyalizm deneyimlerinde ne kadar olağanüstü olabileceğini gördüğümüz o yeni insanı elbirliğiyle, mücadele içinde inşa edeceğiz.