Kentli, kolektif belleğimiz

Seküler-modernist kentli yaşam kurgusu liberaller, postmodernistler ve dinciler (ve bilhassa bu üç sıfatı birden taşıyanlar) tarafından sık sık insanın kamusal alandaki varlığını ve kentsel yaşam deneyimini tektipleştiren, bireyin özgünlüklerini baskılayan otoriter bir eğilim olmakla suçlanır. Bu eleştiriye göre her bir insan eşsiz ve biriciktir, dolayısıyla kente dair deneyimleri tekrarlanamaz olduğu gibi, etik ve estetik özgünlüklerinin de kalıplara sokulmaması, kurallarla sınırlandırılmaması gerekir.

Annemiz dünyanın en büyük marifeti zannedilen çocuk doğurma işini gerçekleştirip bizi kucağına aldığı andan itibaren kulağımıza en sık fısıldanan söz bu oldu: Bir tanesin, eşsizsin, biriciksin… Büyüyüp de dolaylı müşteriden doğrudan müşteriye terfi ettiğimizde biricik olduğumuzu ve özgünlüklerimizi hayatımızı donattığımız tüketim nesneleriyle dışavurmamız gerektiğini hatırlatma görevi reklamcılar tarafından devralındı. Sonunda öyle bir noktaya gelindi ki, bilgisayar oyunlarında dahi oynayacağımız karakteri istediğimiz gibi “kastımayz” edebilmemiz oyunun kendisinin eğlenceli ya da heyecan verici olmasından daha önemli hale geldi.

Peki, gerçekten doğru mu bu? Özgünlüklerimiz ortaklıklarımızdan daha mı önemli?

Eğer öyleyse, belli bir yaşa geldikten sonra neden en sık konuştuğumuz konulardan biri üzerinde ortaklaştığımız nostalji öğeleri olmaya başladı? Neden özgünlüğü kuşkusuz olan ortaokul aşkımızın anısı artık ön dişlerimizin arasına sıkıştırıp çekiştire çekiştire yediğimiz Yumiyum veya Turbo sakızlardan çıkan, biriktirip teneffüslerde özelliklerini yarıştırdığımız araba resimlerinin anıları kadar içimizi titretmiyor? Yoksa eşsiz ve biricik Yumiyum deneyimlerimizi hangi açılardan birbirimizden farklı biçimde yaşadığımızı mı anlamaya çalışıyoruz?

Gerçek şu ki; deneyimlerimizin anıları üzerinden başkalarıyla ortaklaştıkça, bu anılar kendi gözümüzde de bireysel olmaktan çıkıp kolektif bir nitelik kazanıyor ve yaşantımızı büyük bir tarihselliğin parçası olarak görmemizi kolaylaştırıyorlar. Üniversiteyi bitirip eğitimli bir düşünce işçisi olarak iş hayatına dâhil olduğumuz günden itibaren; uzun çalışma saatleri, güvencesizlik, zaman zaman işsizlik, mobbing, kredi borçları, ebeveynlerimizin sağlık sorunları gibi faktörler tarafından kuşatıldıkça anılarımıza daha fazla tutunur olduk. Bu yüzden ne kadar ilkokul, lise, üniversite arkadaşımız varsa Facebook’ta bulup ekledik; gruplar kurduk ya da kurulmuş gruplara katıldık. İnsanlığın güzellikleriyle temas etmemizi sağlayan yeni ve güçlü deneyimler yaşayamadıkça, sermaye düzeninin maddiyatı tarafından henüz bugünkü kadar cendereye alınmış olmadığımız gençlik günlerinde edindiğimiz güzel ve yoğun deneyimlerin hatıralarıyla idare etmeye alıştık.

Bu yüzden 2013 Haziran’ında Gezi Parkı’nda Türkiye tarihinin en büyük halk ayaklanmasına öncülük ederken devasa bir şeyin parçası olduğumuzu seziyorduk ama eylemimizin bilincine varabilmiş değildik. Hissettiğimiz şey, bizi işçisi olduğumuz şirkete kâr ettiren emeğimizden ibaret gören, gelişkin aklımızla talep ettiğimiz modern, kentli yaşantıyı (gayet haklı olarak) ilkelliğe dayalı iktidarına yönelik bir tehdit olarak algılayan dinci gerici karanlık karşısında; tüm biricikliğimizle yapayalnız kaldığımızda değil, bir tanesi dahi diğeriyle aynı olmayan ancak doğru biçimde birleştiklerinde muhteşem bir tablo yaratan binlerce yapboz parçası gibi bir araya geldiğimizde ortaya çıkan toplumsal gücün sarhoş edici etkisiydi.

On beş gün boyunca her akşam ofislerden, plazalardan çıkıp Taksim’e koştuk; gençlik yıllarımıza dönmüşçesine Gezi Parkı’nda sabahladık. Ne var ki, anılarımız değil de bedenimizle, eylemimizle parçası olduğumuz tarihselliğin büyüklüğünün verdiği sarhoşluktan kurtulup ortaya çıkan kolektif gücün bilincine varana, onu siyasi bir hedefe yönlendirene kadar süre doldu. Bizi bir araya getiren tarihsel koşullar ortadan kalktı ve yapboz dağıldı; parçalar çıktıkları kutuya doldurulup dolaba kaldırıldı.

İnsanın yaşam deneyiminin iki boyutu vardır: Zaman ve mekân. Haziran Direnişi’nin öncülüğünü yapan “kitlenin içindeki kitle”nin kolektif bir belleğe sahip olmasını sağlayan, yaşam deneyimlerinin bu iki boyutta ortaklaşmasıydı. Bu insanlar çocukluk ve gençliklerini, yani özbilinç edinme yıllarını ne tamamen 12 Eylül’den önce, ne de tamamen AKP iktidarı altında geçirdiler. Bu yıllar zarfında, cumhuriyetin ülkenin metropollerinde kurabildiği kadarıyla kentli yaşantıyla, kentin ideoloji yüklü merkezleriyle, binalarıyla hayatları boyunca taşıyacakları izler bırakacak temaslar kurdular, anılar edindiler. Bu yüzden direnişin en önemli anlarından biri Boyun Eğme pankartının AKM’nin ön cephesine asılmasıydı. Çünkü o iki kelimelik yalın çağrı sırtını bu ülkenin öldü gitti zannedilen ama o gün o meydanda yerini almış herkes için kutsal olan çağdaşlaşma deneyimine yaslanmıştı.

11 Eylül 2014’te yayınlanan ilk yazıdan bu yana, bu köşede her “biz” dediğimizde, bu insanlardan bahsettik.

Önümüzdeki birkaç yazıda, araya çok önemli bir güncel konu girmediği müddetçe, kolektif ve kentli belleğimizden ve bu belleğin kasaba avukatı kılıklı zübükzadelerin karanlığı karşısında neden vazgeçilmez bir öneme sahip olduğundan bahsedeceğiz.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal


Not: Bu vesileyle, herkesi yarın Dünya Tiyatro Günü çerçevesinde saat 10.30’da Çağlayan Adliyesi önünde yapılacak “AKM’yi İstiyoruz” başlıklı basın açıklamasına davet etmek isterim. AKM, bu ülkenin kentli, emekçi insanlarının ortak değeridir ve AKP’nin tetikçilerine kulübe yapılamayacak kadar değerlidir.