İnsansız hayatlar

İstanbul’da raylı sistem yaygınlaştıkça ilginç bir yer haline gelen Osmanbey metro istasyonunda duvara yaslanmış duruyorum. Kulağımda Ortaçgil amca “yalnız kimsesiz değil, insansız” diyor ve soruyor: Koca şehirde bir tek ben mi böyle çaresiz?*

Trenler tekstil işçilerini boşaltıp beyaz yakalıları alıyor. Seyrantepe’den gelenlerin yerine Kabataş’taki ofislere; Zeytinburnu’ndan Marmaray aktarmasıyla gelenlerin yerine Gayrettepe-Maslak hattındaki plazalara gidecekler biniyor. Herkes kendi derdinde ve diğerinin farkında değil. İnenlerden biri çalıştığı fason atölyesindeki işini civarda sayıları giderek artan Suriyeli göçmenlere kaptırabileceği endişesiyle cebelleşiyor ve kendinden boşalan yere binen bankacının giydiği, içinde kendi emeği olan takımı fark etmiyor. Binenin aklı ise bankanın satılacağı söylentileriyle karışmış; bulunduğu şubenin kapatılmasından korkuyor ve o da inenler arasındaki, geçen yaz yaptığı kredi başvurusunun reddedildiği bilgisini verdiğinde sessizce kalkıp şubeyi terk eden tekstil emekçisini fark etmiyor.  

Birbirlerine çarptıklarında biraz homurdanıyor, sonra mutsuz hayatlarına devam ediyorlar: Dert çok, hemdert yok.

Peki, işçiler dünyasının bu iki kıtası nasıl oldu da bu kadar ayrıldı birbirinden? Dahası, gericilik nasıl birinin içinde bu kadar kolay örgütleniyor ve diğerini karşısında örgütsüz tutmayı becerebiliyor?

İzninizle, bir karşılaştırma yapacağım.

Yoksul emekçilerin hayatları kalabalıktır: Metropollerde geçinebilmek ve tutunabilmek için geniş dayanışma ağlarının parçası olur, hatta bu ağların içine doğarlar. Akrabalık, mahallelilik, hemşerilik gibi ilişkiler maddi sorunlar, bilhassa da iş bulma konusunda birinci başvuru merciidir; ancak bu süreç eşitler arasında yardımlaşma biçiminde işlemez. Aksine, bu ağların ucu her zaman bir takım iyilik timsali örümceklere çıkar. Yirmi yıl önce semtin ilk gecekondusunu yapmış şimdi dış cephesi havuz taşı kaplı beş apartmanı olan, mahallenin ilk bakkalını açmış şimdi üç tane BİM işleten, köyde sattığı tarlaların parasıyla açtığı atölyede illa ki hemşerilerini çalıştıran bu kentli hacıağalar sorun çözüp minnet alacağı biriktirir ve boktan evlerine kiracı, atölyelerine itaatkâr işçi, dükkânlarına sadık müşteri bulur. Küçük mülk sahibi oldukları için doğalında sinsi, hesapçı ve muhafazakârdırlar ve tarikat ağlarına da mahalledeki herkesten önce dâhil olup, yoksul emekçileri ağlarıyla birlikte peşlerinden sürüklerler.

Bizim hayatımız ise insansızdır: Maddi başarının bireysel olması gerektiği yalanına öyle yürekten inanırız ki “fazla mesai” lafını aklımıza dahi getirmeden eşek gibi çalışırız. Buna rağmen işten atıldığımızda bunu eksikliklerimizin sonucu zanneder, kariyer sitelerindeki CV’mizi güncelleyip bir de sertifika programına yazılırız. Borç almaya da, vermeye de karşıyızdır; ne zaman bir arkadaşımızla para pul ilişkisine girsek geriliriz. Onun yerine kredi kartına yüklenip bankaya borçlanır, sonra o borcu kapatmak için daha da çok çalışıp sosyal hayattan biraz daha koparız. Zaten kazandığımız parayı genelde ev-araba taksidine, eşyaya ya da tatile gömeriz. Kırk yılın başı arkadaşlarla içelim desek dışarısı pahalıdır, ev partilerinde de masrafın eşit paylaşılmamasına içerleriz. Zaten yıllar geçip yaşlandıkça insanları daha hiç çekemez oluruz. İşyerindeki mesaidaşlarımızla kişisel ilişkimiz ise her zaman sınırlıdır: Bir akşam iki kadeh içince söyleneceklerin ertesi gün ne işe yaratılacağı belli mi olur?

Uca taşınmış maddi bireysellik böylece sosyopatiye dönüşür. Hayatımızda gerçek ilişkilere yer kalmadıkça da ortaya çıkan boşluğu sosyal medya doldurur.

Evet, eğitimliyiz ve rasyonel düşünceye daha yatkınız. Evet, bazılarımız faldı, reikiydi ufak tefek hurafelere inansa da dinci gerici ideolojiye kapalıyız. Evet, insanlığın evrensel değerleriyle daha sıkı bağlarımız var, daha derin ve analitik düşünebiliyoruz, vesaire…

Ama bunların hiçbiri örgütlenmemizi kolaylaştırmıyor. Aksine, insansızlaştıkça örgütlü siyasetten de uzaklaşıyoruz. Mensup olduğumuz tek örgüt işimiz oluyor ve o da bizi her açıdan özel mülkiyet düzenine zincirleyip paralize ediyor.

Ama toplumsal mücadelede örgütlü örgütsüzü her zaman yener. Sahip olduğumuz niteliklerle, örgütlendiğimiz anda dinci gericilikten çok daha büyük bir güç haline gelir, ona boyun eğen yoksul sınıfdaşlarımızı da kurtarırız. Ama bireyselliği örgütlülüğe tercih ettiğimiz müddetçe kendimizi ağlak “kalabalık içinde yalnızlık” muhabbetleriyle avutmaya devam edeceğiz ve elimizde kalan son özgürlük kırıntılarını da kaybedeceğiz.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal

* Buyurun birlikte dinleyelim: https://www.youtube.com/watch?v=8FN9co79Hsg