İnsan öldüremeyeceği tanrıya tapmaz

İnsanın aklına tanrı fikrinin nasıl düştüğüne dair en yaygın bilimsel görüş, insanın hayatına etki eden anlayamadığı olguları açıklamak için tanrıları yarattığıdır. Pozitivist olarak nitelenebilecek bu görüşü kuşkusuz yanlış diye bir kenara atamayız ancak çok eksik olduğunu vurgulamak gerekiyor. En basiti, bu görüş bugün dinsel bağnazlığın nasıl bilimsel bilgideki ilerlemelere kafa tutabildiğini açıklamaya yetmiyor.

Eksiklik şurada: İnsan, tanrıları, kendi varoluşuna etki eden olgulardan, onu kuşatan zorluk ve tehditlerle dolu koşullardan ilham alarak yaratıyor ancak kendi varoluşuyla ilişkisi hiçbir zaman nesnel olamıyor. İnsan kendi varoluşunu, içeriden dışarı doğru, kendi öznelliğinden nesnelliğe bakarak tarif ediyor ve iki ayağının üzerine dikildiği o muhteşem günden bu yana hep kendisini sıkıştıran koşullarla mücadele ediyor. Nesnelliğe getirdiği açıklamalar da, ne kadar metafizik olursa olsun, asla betimlemeye değil, daima o nesnelliği aşmaya yönelik oluyor.

Dolayısıyla tanrılar, doğa ya da toplumun insanın önüne koyduğu engellerin hikâyeleştirilmiş halinden ibaret değil. O engellerin yarattığı korku, öfke ve o engelleri aşma arzusundan doğuyor. Yani insan her tanrıyı kendi varoluşundan ilham alarak, aşılacak bir çıta olarak yaratıyor ve aştığı her tanrıyı öldürüp, aşılacak ve öldürülecek yeni tanrılara ulaşıyor.

Bu bağlamda dinler tarihi, insanın aydınlanma yolculuğunun, birbirini takip eden tanrılar şahsında kendi kendisini aşmasının tarihi olarak yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.

Birkaç örnek sıralamak istiyorum.

Tek tanrılı dinlerin cennetten kovulma hikâyesinde çok ilginç detaylar var. İslami yorum bu detaylara pek girmemeyi tercih eder ancak Tevrat’ın Tekvin bölümünde yasak ağaç bir değil iki tanedir: Hayat Ağacı ve İyi ve Kötünün Bilgisi Ağacı. Yılan kılığına girip ağacın dallarına dolanan Şeytan insana bu ikinci ağacının meyvesini yedirir ve böylelikle insan “iyi ile kötü”nün bilgisine vakıf olur. İslamda “itaatsizlik” diye geçiştirilen cennetten kovulma gerekçesi öykünün aslında budur: Tanrı insanı cennetten “artık bizim gibi oldu, iyi ile kötüye vakıf oldu. Yaşam ağacından da yiyerek ölümsüz olmasına izin verilmemeli” tedirginliğiyle kovar.

Yunan mitolojisinde Prometheus, tanrılardan ateşi çalar. Daha ilginci ise ateşin Zeus tarafından öncesinde insanların elinden alınmış olmasıdır, yeni Prometheus’un yaptığı ateşi çalmaktan ziyade geri almaktır. Bunun için cezalandırılır, bir kayaya zincirlenir ve her gün bir kartal gelir ciğerini yer; ta ki Zeus’un bir insandan olma oğlu Herkül tarafından kurtarılana kadar.

Vikinglerin baş tanrısı Odin, varoluşun ortasındaki yüce ağaç Yggdrassil’in üzerine kazınmış mistik Rûn’ların (harfler) bilgeliğine vakıf olmak için kendisini, kendi mızrağıyla sağ yanından (ciğerinden) ağaca çakıp dokuz gün asılı kalır. Buna “kendimi, kendime kurban ettim” der. Sonunda, kurtulup düşmeden önce uzanıp Rûn’ları kavrar ve onların bilgeliğine vakıf olur.

İsa çarmıhta can çekişirken sağ yanına saplanacak mızrak bu kez bir Romalı lejyonerin elindedir. Öyküsü boyunca birden fazla aydınlanma yaşayan İsa’nın son aydınlanması ölmeden hemen öncedir. Dört İncil’den ikisine (Matta ve Markos) göre son sözleri “E’li E’li, lama şabaktani?” olur: “Allah’ım, neden beni yüzüstü bıraktın?”

Bir mistisizm meraklısı bunca paralellikte gizemli bir bilgelik arayabilir, ben ise yaşam mücadele içindeki insanın aydınlanma çabasını öyküleştirmesini görüyorum. Bu mücadele asla sadece doğayla olmadı; daima insanın kendisiyle, onu baskı altına alan toplumsal koşullara da karşıydı. Aydınlanma arzusuna hep sahip olduk ancak ona giden yolu türlü çeşitli esaret biçimleriyle birbirimize kapattık. Doğanın egemenliğinden kurtuldukça birbirimiz üzerinde daha fazla egemen olduk tanrılarımız da bu egemenliğinin soyut birer suretine dönüştü.

Tanrıların alacakaranlığına alışmış gözleri aydınlanmanın ışığına zor dayanır, ama tanrıları öldürme iradesinin coşkusu (ki, bu coşku, insanın onları uydurmasına ilham olan sömürü düzenini yıkmanın coşkusudur) er ya da geç korkuya galip gelir. Aydınlanma Çağı’nın sembolik insanı Beethoven’ın korku dolu 5. Senfonisi kapıyı çalan Kader’in müziğidir, ama onu yücelten acılarından (ki, bir bestecinin sağır olmasının acısı herhalde çarmıhtaki İsa’nınkiyle yarışır) geçerek ulaştığı magnum opus 9. Senfoni’dir, Neşeye Övgü’dür.

Bu yüzden, dinci bağnazlığa, şeriatçı karanlığa ve katliamlara bakıp umutsuzluğa kapılmayalım. Bunlar, etkisini yitirmeye başlamış bir afyondan aşırı dozda çeken haşhaşi müptelaların manyaklıkları ve insanlığı teslim almaları imkânsız. Tanrılar can çekişiyor, çünkü birer suretinden ibaret oldukları özel mülkiyet düzeni can çekişiyor. İnsanın insanı sömürdüğü her düzen yıkılmak için kurulur, dolayısıyla her tanrı da kendisini yaratan insanın elinde can vermeye yazgılıdır.

Bugün şahit olduğumuz yangın, çökmekte olan sömürü uygarlığının sonunu imliyor; yapmamız gereken de yangın söndürücü aramak değil bir meşale kapmak. İnsanlık kazanacak ve kurtulacak. Yeni, eşit ve özgür, eşitlik ve özgürlüğü birbirine düşman görmeyen bir uygarlık kurulacak. Tek mesele bunun ne zaman ve ne bedellerle olacağı.

Marx’ın en önemli sözlerinden biri şudur: “Tarih, hiçbir toplumun önüne çözemeyeceği sorunlar koymaz.” Aynı manaya gelmek üzere insanlık, öldüremeyeceği hiçbir tanrıya tapmaz.


[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal

Not: soL Portal iki gün önce 10 yaşını doldurdu. Bunun benim için özel bir anlamı var. On yıl önce, örgütlü siyasete adım atıp soL’u yaratan iradeye dâhil olduğumda, soL ekibine de katıldım ve üç yıldan biraz uzun bir süre boyunca bu giderek büyüyen esere kendi mütevazı katkımı koydum. O günden bugüne soL benim için asla mezun olunmayacak bir okul oldu. Bu güzelliği yaratan herkese çok teşekkür ediyor ve bu vesileyle soL Portal’ın bu yalanlar dünyasında ne denli değerli olduğunun altını çizmek istiyorum.