İki kulenin hikâyesi

Pesimistle optimist, sigara içilmesine yasak olmasına rağmen göz yumulan, hatta külleri süpürmekten bıkan taşeron temizlikçilerden birinin nereden bulduysa sağı solu yamulmuş eski bir küllük getirip diktiği yangın merdivenine çıkmışlardı. Gözden uzak olmanın verdiği rahatlıkla kendi şirketleri ile karşı plazadaki rakibi karşılaştırıyorlardı.

“Her şekilde bizden iyiler oğlum” dedi pesimist optimiste, “onlarda bizimkinin neredeyse iki katı pazar payı var. Biraz müşteri kaybetseler de koymaz adamlara.”

“Haklısın, ama bütün müşterileri tırt, batakçı herifler. Çoğunun çektiği krediyi ödeyip ödeyemeyeceği belli değil. Bizim daha az müşterimiz var ama hepsi A sınıfı” diye yanıtladı optimist.

“Boşversene” dedi pesimist. “Parayı, ödemeleri zamanında yapandan kazanmıyorsun ki. Biraz batacaklar, debelenecekler ki daha fazla faiz bindiresin.”

“Doğru diyorsun; ama bir kriz olsa topluca batar, şirketi de aşağı çekerler. Oysa bizim müşteri portföyümüz kriz olsa bile sarsılmaz, pek pek serveti sermayeyi bir süreliğine Avrupa’daki ortağımıza aktarırlar. Zaten biraz da bunun için bizde duruyorlar” diye gülümsedi optimist.

“Hem adamlar çalışanlarına değerli olduklarını hissettiriyor” diye başka bir konuya girdi pesimist. “Beş dakika geç kaldın mı yaygara kopartmıyorlar, ayrıca öğlen araları bir saat. Hem bizim kadar mesaiye kalmıyorlar.”

“Doğru diyorsun, ama bizde de servisler dakik. İşe hayatta geç kalmıyorsun. Ayrıca yemek aramız 45 dakika ama lokanta çok iyi; geçenlerde Meksika günü yaptılar, burritolar harikaydı. Daha çok mesaiye kalıyoruz, ama taksi paramızı veriyorlar. Hem maaşımız daha iyi” diye motor gibi yanıtladı optimist. Ardından da sigaranın son nefesini uzunca çekip pesimistin hiç beklemediği bir laf çaktı: “Hayrola, transfer mi bakıyorsun?”

Pesimist tepkisini kontrol edene kadar çoktan göz ucuyla merdiveni her iki yöne doğru kontrol etmişti. “Yok be oğlum, nereden çıkarttın. Öylesine laflıyoruz işte “ diye geveledi. “Hadi, müdür bu saatte ortalığı kolaçan eden, masayı boş görmesin.”

***

Tanıdık geldi mi?

Plaza emekçisi olanlar için kuşkusuz tanıdık, ancak şu günlerde çok daha genel bir bağlamda buna benzer muhabbetlere tanık olmuyor muyuz? Rusya’yla Türkiye arasındaki gerilime dair sohbetlerde konu hemen komplo teorilerine, “kimin kaç tankı, kaç uçağı var” karşılaştırmalarına gelmiyor mu? Yaşını başını almış insanlar bir anda çocuk gibi “Batman vs. Süpermen” gibi “Erdoğan vs. Putin” senaryoları kurmuyor, neredeyse “duf duf! dış dış!” yapmaya başlamıyor mu?

Oysa illa ki bir benzetme yapılacaksa, benzetilecek şey Aliens vs. Predator olmalı; çünkü “hangi taraf kazanırsa kazansın insanlık kaybedecek.”

Plazalarda yaşamın doğal bir parçası olan, hesapçılık ve riyakârlığa dayalı kariyer oyunları Türkiye’nin içine battığı kirli, kanlı siyaset bataklığına öylesine benziyor ki; adeta bir makro evrenin içinde, onun mükemmel bir benzeşimi niteliğinde bir mikro evrenden bahsettiğimizi söyleyebiliriz. Her ikisinde de emeğini satıp karşılığında aldığı ücretle geçinen insanlar kendi çıkarlarına aykırı, sonuçta her şekilde zarar görecekleri ve hepsinden önemlisi taraf olamayacakları itiş kakışlarda taraftar olmaya zorlanıyor ve (aynı anlama gelmek üzere) ikna ediliyorlar.

Şirketler arasındaki rekabeti kâr oranı en yüksek olan kazanır, o da üretilen değerden işçilere en düşük payı vermeyi becerendir. “Kurumsal” olanlar bunu daha ince yöntemlerle; motivasyonla, organizasyonla verimliliği artırarak yapar ama esas olan yöntem değil sonuçtur. Aynısı şirket-içi rekabette de geçerlidir. İşçiler kariyer için itiştikçe patron onları daha çok sömürür. Müdürlük koltuğuna oynayan müdür yardımcıları ise patrona işçileri nasıl daha verimli çalıştıracakları konusunda planlar sunarak birbirleriyle rekabet ederler. Bu yüzden müdür her değiştiğinde ya daha uzun, ya daha yoğun çalıştırılmaya başlarız. Buna rağmen, niyeyse, hemen her zaman taraftar oluruz.

Şimdi, elimizi vicdanımıza koyalım: Bunun, seçimlerde meclise girecek dört partiden herhangi birine oy vermekten ya da Erdoğan vs. Putin kavgasında taraf tutmaktan ne farkı var? Bir şirkette patrondan değil de işçiden yana bir müdür adayı düşünülebilir mi? O zaman her biri şirketleşmiş olan devletler itişirken bizim devletin veya “düşman” devletin müdürünün bizim çıkarımıza sonuçlanacak işler yapmasını neye dayanarak bekliyoruz?

Yıllar önce elime Las Vegas’ta Kazanmanın Sırları isimli, esasen istatistik hesapları basitleştirerek anlatan bir kitap geçmişti. Kitabın gayet dürüstçe yazılmış önsözünde şöyle bir cümle vardı: Bu kitap, şans oyunlarında kazanma ihtimalinizi makul ölçüde artıracak yöntemler içermektedir; ama şu an gerçekten Las Vegas’taysanız ve gerçekten bu kitap sayesinde zengin olmayı hayal ediyorsanız, lütfen kafanızı kaldırın ve bütün gördüklerinizin nasıl inşa edildiğini bir düşünün.

Bir kumarhanedeyseniz, kazanmanın tek gerçekçi yolu masadan kalkıp kapıdan çıkarak başlar. Ülkemizde de, şirketlerinde de, onların kirli oyunlarına yeterince dâhil olduk. En fazla kişiliğimiz ve ahlakımızdan olmak üzere sayamayacağımız kadar çok zarar gördük. Masadan kalkmadan da kazanmaya başlamayacağız.


[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal