"Sadece maddi hayatımızı değil aklımızı da işgal etmiş olan düşmana karşı gerilla taktikleri uygulamamız, dışarıdan değil içeriden mücadele etmemiz gerekiyor."
İdeolojik hegemonya ve karşı-hegemonya
Nevzat Evrim Önal
Bu hafta, geçtiğimiz hafta spesifik bir örnek üzerinden ele aldığımız “kültürel hegemonya” tartışmasını daha genel bir düzeyde sürdürmek istiyorum.
Çok temel bir eleştiriyle başlayalım: Bu tartışma daha tanım düzeyinde sorunlu; zira günümüzde kültür dendiğinde akla hemen sanat, moda, din gibi şeyler gelse de, kelime bundan çok daha geniş bir alanı kapsar. Kültür, insanın doğuştan sahip olmadığı ve ona toplum tarafından kazandırılan, bireyin toplumsallaşma sürecinde öğrendiği ve adapte olduğu (ya da olamadığı) her şeydir. Yani kültür, alet kullanımı ve işbölümü çerçevesinde tüm üretim pratiklerini de kapsayan, gayet somut ve maddi bir içeriğe de sahiptir.
Tanımdan bu maddi unsurların dışlanması suretiyle kültür kavramının daraltılması kavrama ideolojik bir müdahaledir. Bu müdahale, içinde yaşadığımız kapitalist toplumun temelini oluşturan, özel mülkiyet ve emek sömürüsüne dayalı üretim ilişkilerinin toplumsal (yani insan yapısı) niteliğinin gizlenmesi; bunların adeta kütle çekimi ya da enerjinin korunumu gibi doğallaştırılması ve insanlığın değiştirilemeyecek özellikleri mertebesine yükseltilmesine yöneliktir. Böylelikle, tanımı gereği “insanın başka türlü de yapabileceği şeyler” kümesi olan kültür, kendisinin bir alt kümesi olan “insanın mevcut egemen toplumsal düzende başka türlü yapabileceği şeyler”e indirgenir. Bu yeni ve indirgenmiş kültür alanı düzen açısından çok güvenlidir zira toplumsal mücadeleler “kültür savaşı”, “medeniyetler çatışması” ve benzeri afili isimlerle bu alana sıkıştırılabildiği müddetçe düzenin maddi temellerine yönelemez ve devrimci bir nitelik kazanamaz.
Örneğin, Türkiye’de son on küsur yıldır yürüyen ve düzen tarafından sürekli köpürtülen, batıcı liberallik ile islami muhafazakârlık arasındaki “yaşam tarzı” başlıklı mücadele uyduruk bir suni gündem değildir, milyonlarca insanı içine çekmiştir, ama sömürü düzeninin maddi temellerinin sorgulanması konusunda elle tutulur bir sonuç yaratmamıştır. Zira bu eksene sıkışmış tartışmanın her iki tarafı açısından da aranan şey düzen değişikliği değil, mevcut düzende ideolojik egemenliktir.
Bu yüzden, eğer içinde yaşadığımız sömürü düzenini en azından sorgulayacak bir tartışma yürüteceksek, kavramımız kültürel değil “ideolojik hegemonya” olmalıdır.
***
İkinci mesele şu: Düşüncenin kaynağı maddedir, bu bağlamda toplumsallaşmış ve yerleşiklik kazanmış düşünceler olarak tanımlayabileceğimiz ideolojilerin kaynağında da toplumun temelini oluşturan maddi ilişkiler vardır.
Hegemonya tartışması yeni değil, bu konuda 20. yüzyılda çok yazılıp çizildi. Ama yazılanların tamamını tarasanız dahi, 1845-1846 yılları arasında bir yerde yazılmış aşağıdaki satırlar kadar parlak ve meselenin özünü saptayan bir pasaj bulabileceğinizi düşünmüyorum:
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur. Bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir.”1
Dolayısıyla aynı anda birkaç şeyin farkında olmamız gerekiyor: Birincisi, egemen düzene karşı yürütülen ve düzen değişikliği hedefleyen devrimci mücadelenin yok sayamayacağı ve dışında duramayacağı bir ideolojik savaş alanı var. Bu alanda mücadele topraklar veya bedenler değil zihinler üzerinde egemenlik kurmak için veriliyor. İkincisi, bu alandaki mücadelelerin büyük kısmı düzene karşı yöneltilen değil egemen sınıfın farklı bölmelerinin birbirlerine yönelttiği saldırılardan oluşuyor. Hatta kapitalizmin her döneminde egemen ideoloji, düzenin maddi sınırları ile çerçevelenen bu iç çatışmanın sonucunda ortaya çıkıyor. Üçüncüsü, ideolojileri ne denli tutarlı ya da çekici olduklarından ziyade onları salgılayan maddi güç ikna edici kılıyor. Sıradan, emekçi insanlar bir bütün olarak düzenin egemen ideolojisine ya da onun liberalizm ya da milliyetçilik gibi bir unsuruna, esasen akıllarına yattığı ya da kendi çıkarlarına uygun olduğu için değil, o ideolojinin arkasındaki maddi güç tarafından kuşatıldıkları için ikna oluyor.
Bu üç vurguya bir de yakın tarih ve günümüz arasındaki temel farkı ekleyelim: Devrimciler tarafından 20. yüzyıl boyunca, bilhassa da 2. Dünya Savaşı sonrasında yürütülen hegemonya tartışmasında açık ya da örtük bir kabul şuydu: Düzen, sivil toplumda bir karşı-hegemonya kurularak barışçıl bir devrimle alt edilebilirdi.2 Ne var ki bu kabulü taşıyan Batı Marksistleri, tüm varyantları ve çarpıtmalarıyla sosyalist ideolojinin emekçi kitleler nezdinde ikna edici olmasının temel nedeninin Sovyetler Birliği’nin varlığının yarattığı somut, maddi karşı ağırlık olduğunu asla görmek istemediler.
Otuz üç yıldır dünyada emperyalist kapitalizme karşı bir maddi ağırlık oluşturan, sosyalist ideolojiyi bu şekilde kendiliğinden destekleyen bir sosyalist devlet yok. Uluslararası alanda da, her ülkenin içinde de başlıca toplumsal mücadele, sermayedarlar ile sermayedarlar arasındaki rekabet haline gelmiş durumda.
***
Peki, bu ortamda, düzeni yıkmak isteyenler nasıl bir ideolojik mücadele verebilir ve vermelidir?
Müsaadenizle yazıyı, bu konudaki önerilerimi maddeleyerek tamamlayacağım.
- Egemen ideoloji, ideolojiler haritasının neredeyse bütününü kaplamış durumdadır ve hegemonyası tama yakındır. Yeni sosyalist devrimler gerçekleşmediği ve bir kez daha emperyalist kapitalizme karşı somut ve maddi bir karşı ağırlık oluşmadığı müddetçe de böyle kalacaktır. Dolayısıyla düzene karşı verilecek ideolojik mücadele, ideolojiler meydanında düzenin dışında, saf ve arı bir sosyalizm mevkiinde konumlanarak ve buradan ateş etmeye dayalı bir cephe savaşı verilerek yürütülemez. Sadece maddi hayatımızı değil aklımızı da işgal etmiş olan düşmana karşı gerilla taktikleri uygulamamız, dışarıdan değil içeriden mücadele etmemiz gerekiyor.
- Bu bağlamda düzen karşıtı ideolojik mücadele, düzenin kendi iç rekabet mücadelelerinin yarattığı çatlaklara sızmalı ve bu rekabetin görünür hale getirdiği çelişkileri emekçi halkın bilincine çıkartmalıdır. Günümüzde bir işçi sınıfı aydınlanması ancak bu şekilde yaşanabilir ve buna katalizör olmak, devrimcilerin öncelikli görevidir.
- Bu çatlaklara sızma, asla rakip taraflardan birine yamanan ya da onun ehvenişer olduğunu kabul eden bir propaganda hattı benimseyerek yapılamaz. Örneğin emperyalizmin yarattığı en büyük düşmanın NATO olduğu kuşkusuzdur, ama Putin Rusyasının onun karşısında kendiliğinden haklı ya da ahlaken üstün olduğu söylenemez. Bu yapıldığı anda mücadele ezilen ve sömürülen emekçilerin kurtuluşu için değil, görece zayıf bir kapitalist odak için verilir hale gelir. Sosyalizm mücadelesi, işçi sınıfının “üçüncü taraf” olduğu vurgusunu başa yazmalıdır.
- Düzen işlerliğini koruduğu müddetçe egemen ideolojinin üzerinde bir karşı-hegemonya kurulamaz, zira devrimci mücadele asla kendi ideolojisinin arkasına düzeninkilerle boy ölçüşebilecek bir maddi kaynak yığamaz. Öte yandan buna ihtiyaç da yoktur. Devrim, adım adım toplum buna ikna edilerek değil, düzenin kendi çelişkilerinden kaynaklanan sistemik bir krizin devrimciler tarafından fırsata dönüştürülmesi sonucunda gerçekleşecektir. Bu yüzden ideolojik mücadele de, çürümekte olan egemen düzenin tüm sathına yayılacak (ve kaçınılmaz biçimde onunla beraber çürüyecek) iç bağları zayıf bir bulutsu yapıyla değil, düşünsel tutarlılık ve ahlaki üstünlük gibi düzenin asla sahip olamayacağı erdemlerin yanı sıra devrimci yoldaşlık hukuku ile birbirine bağlı, inanmış ve adanmış bir örgütle, yani Partiyle yürütülmelidir.
Türkiye’de böyle bir parti var. Düzenin egemen ideolojisine, onun şu ya da bu kısmına yamanmadan karşı çıkmak isteyen herkese de bu partide yer var.