Nevzat Evrim Önal

Halkın kendi partisinde örgütlenmeye ve o partinin iktidara gelmesi yoluyla kendi devletini kurmaya ihtiyacı var. Bu görevi üstlenebilecek tek parti günlerdir eylem alanlarında, kortejlerinin disipliniyle, sloganlarının netliğiyle ve mevcut pazarlık masasına dahil olmama konusundaki kararlılığıyla kendisini gösteriyor.

Halkın sıradan dertleri

Nevzat Evrim Önal

Kriz birinci haftasını dolduruyor. Ne var ki, eğer olan biteni anlamak için müzakere ve pazarlıklar siyasetinin “şifrelerini” çözmeye çalışırsanız, kendinizi gazetelerin Pazar bulmacalarındaki gibi bir labirentte bulmanız kaçınılmaz. Zira ne iktidar ne muhalefet cephesinde, ne de bu cepheleri oluşturan partilerin herhangi birinde net bir doğrultu bulunuyor. Hiç kimsenin geri adım atmayacağı ilkeleri, kırmızı çizgileri yok. Kurulan her cümle, verilen her beyanat en az iki anlam taşıyor. Alan kazanmak ya da karşı tarafın bir hamlesini engellemek için her türlü yalan, iki yüzlülük ve kaypaklık serbest.

Altını çizerek söylüyorum, kesinlikle sadece AKP’den falan bahsetmiyorum. Sermaye siyasetinde “aktör” kelimesi, “fail” biçimindeki anlamını tamamen kaybetmiş ve “rol kesen” anlamından ibaret hale gelmiş görünüyor.

Durum böyle, çünkü sermaye siyasetindeki her bir aktör müstakil bir sermaye öbeğinin çıkarlarını savunuyor. Bir ideolojiye sahipmiş, liberal, sosyal demokrat, milliyetçi ya da dinciymiş gibi görünüyorlar ama bulundukları ideolojik taraf bir yerden sonra önemsiz. Önemli olan, savundukları parasal çıkarlar. Bu yüzden göz açıp kapayıncaya kadar taraf değiştiriyor, bir partiden diğerine geçebiliyor ya da bulundukları parti içinde birbirleriyle de kolaylıkla itişebiliyorlar. Çünkü her bir ideoloji kendi içerisinde öyle ya da böyle tutarlı düşünsel bir bütündür; bu yüzden sınırsız sayıda ideoloji yoktur ve olamaz. Ama her bir sermaye öbeğinin, her bir holding ya da tekelin çıkarı, geri kalan tüm holding ve tekellerin çıkarının karşısındadır. Böylelikle sermaye düzeni neredeyse sınırsız çıkarın çatışmasından oluşuyor ve bunun adına rekabet deniyor.

Engels boşuna “rekabet ahlaksızlığın doruğudur” demiyordu.

Devletin bu rekabetin kurallarını koyan ve uygulayan bir yapı olması beklenirdi; ama sermaye kendi devletini de çürütüp her dalgada yıkılan ve bir sonraki dalga gelene kadar alelacele, yamru yumru tekrar inşa edilen kumdan kaleye dönüştürdü. Günümüz dünyasında ne düzen partileri birer ideolojinin temsilcisi ne de devlet bu ideolojilerin her birinin gücü ölçüsünde yer bulduğu bir üst-yapı. Bu modern kurumların hepsi sermayenin sınırsızca birikebilme çabasının ve bu doğrultuda birbiriyle sürekli içinde olduğu rekabetin aşındırıcı etkisi altında çürüyüp dağıldı. Çatışan çıkarlar birbirlerinin üstüne binip hiçbir “aktör”ün kendi başına çözemeyeceği bir Gordion düğümü oluşturdu. Bu aktörlerin her biri yapabileceği tek şeyi yapıyor, ellerinde tuttukları ipe, yani kendi çıkarlarına var gücüyle asılıyor ve böylelikle düğümü daha da kör hale getiriyor.

***

Öte yandan, halkın çok basit, sıradan ve birbirini çelmeyen dertleri var.

Emekçi halk korkunç bir yoksullaşma yaşadı ve daha fazla yoksullaşmamak, kaybettiklerinin en azından bir kısmını geri kazanmak, sağlıklı biçimde beslenebilmek, düzgün konutlarda oturabilmek, hastalandığında tedavi alabilmek, çocuklarını okutabilmek istiyor.

Gençler gittikleri üniversitelerde düzgün, bilimsel eğitim alabilmek, gençliklerini özgürce yaşayabilmek, alacakları diplomaya güvenebilmek istiyor.

Kadınlar horlanmadan, erkek şiddetine uğramadan, ikinci sınıf vatandaş görülmeden, çalıştığında aynı işi yapan erkeğe göre daha düşük ücret almadan yaşayabilmek istiyor.

Hepsini “insanlık onuruna yaraşır bir yaşam” şemsiyesi altında toplayabileceğimiz bu istekler, aslında “talep” bile olmaması, hayatın olağan akışında herkesin sahip olabilmesi gereken şeyler. Ama içinde yaşadığımız düzen öyle alçak ki, bu insanca ihtiyaçların her birini bir lükse, ayrıcalığa dönüştürüp üzerine bir fiyat etiketi takıyor. Bu yüzden yoksul halk günden güne hayal kırıklığı ve öfke biriktiriyor; kendisi bağımsız bir taraf olamadığı için de bu öfkeyi nerede göstermesi mümkünse orada gösteriyor. Birkaç gündür süren olağanüstü boyuttaki eylemlerin açıklaması bu. İmamoğlu bir vesile, aslolan sıradan insanların hayal kırıklığı, mutsuzluğu ve öfkesi.

Ve bu mutsuzluk, hayal kırıklığı ve öfke de her biri kendi çıkarlarının ipini çekiştiren düzen aktörleri için yalnızca bir parametre. Hiçbiri halkın gerçek dertleriyle ilgilenmiyor, yalnızca o dertlerin yarattığı duyguları ve gerilimleri bakıp fırsat-tehdit analizi yapıyor.

***

Bu yüzden emekçi halkın canhıraş biçimde kendi siyasi partisine ve kendi devletine ihtiyacı var.

İhtiyacı var, çünkü sayıları on milyonlarca olsa da, toplumun büyük çoğunluğunu oluştursa da, dertleri ortak olsa da, içinde yaşadığımız düzenin siyaset mekanizmaları otomatik olarak emekçi halkı iktidarsızlaştırıyor ve onu burjuva aktörlere tabi hale getiriyor. Bunu normal koşullarda daha örtülü biçimde, temsili demokrasinin hileleri ve ayak oyunları, barajları ve koalisyonları ile yaparken, bugün içinde olduğumuz olağanüstü koşullarda doğrudan doğruya yüz yıllık seçme ve seçilme hakkını gasp etmeye kalkarak yapıyor.

Buna direnmek mutlak surette bir insan hakkıdır. Ne var ki, halk kendi çıkarlarını sadece direnerek ne savunabilir ne ilerletebilir. On milyonlarca insandan oluşan modern toplumda siyaset doğrudan demokrasi ile değil ancak bir siyasi özne ve onun programı etrafında örgütlenerek yapılır. Düzen kendi devletini ve siyasi partilerini delik deşik edip güvenilmez hale getiriyor olabilir; bu, halkın kendi çıkarlarını savunacak bir özneye olan ihtiyacını azaltmıyor, büyütüyor. Ekmek için de, onur için de, bir kez daha eşit yurttaşlar olabilmek için de, insan kalabilmek için de halkın kendi partisinde örgütlenmeye ve o partinin iktidara gelmesi yoluyla kendi devletini kurmaya ihtiyacı var.

Bu görevi üstlenebilecek tek parti günlerdir eylem alanlarında, kortejlerinin disipliniyle, sloganlarının netliğiyle ve mevcut pazarlık masasına dahil olmama konusundaki kararlılığıyla kendisini gösteriyor. Türkiye Komünist Partisi, mevcut fırtınalı ortamda ısrarla emekçi halkın çıkarlarını vurguluyor: “Mevzu herhangi bir cumhurbaşkanı adayı değil, seçme seçilme hakkının gasp edilmesi” diyor, eylem çağrılarını “Cumhuriyet için, laiklik için, bağımsızlık için” yapıyor.

Bu yüzden, lafı döndürüp dolaştırmadan, uzun ve karmaşık analizlere hiç girmeden yazmak istiyorum. Bugün mutsuzluğunu, hayal kırıklığını ve öfkesini iki yüzlü sermaye aktörlerinin pazarlık masalarına malzeme etmek istemeyen herkesin yeri Türkiye Komünist Partisi saflarıdır.