Nevzat Evrim Önal

AKP, sermayedar sınıfın bencil çıkarlarını ilerletmek için bu ülkeye, bu ülkenin gençlerine ve geleceğine sayısız kötülükler etti; ama bana sorarsanız en iğrenç, en nefret edilesi icraatı, cumhuriyet eğitimini yıkmak için yaptıklarıdır.

Gençliğe yapılan en büyük kötülük

Nevzat Evrim Önal

Belki mesleğimden dolayı fazla hassas davranıyorumdur, ama bana “AKP’nin bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük nedir?” diye sorsanız, size “eğitimin içine etmeleri” yanıtını veririm.

Eğitim başlığı, Cumhuriyet tarihi boyunca cumhuriyeti kuran devrimci kadrolar ile mülk sahibi sınıflar arasında da hep bir gerilim başlığı olmuştu. Kemalist devrimciler eğitime idealist yaklaşıyordu; onlar için eğitim halkı aydınlatacak ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı sağlayacak bir sihirli değnekti. Mülk sahibi sınıflar ise ikiye ayrılmıştı. Toprak ağaları halkın aydınlanmasına da, sanayileşme ve kentleşme getirecek modernleşmeye de düşmandı. Osmanlı hanedanı ile kendileri de dertli oldukları için Cumhuriyet devrimini kabullenmek zorunda kalmışlardı ama her türlü tarihsel ilerlemeye, kendileri zararlı çıkacağı için (örneğin sanayileşme, kırdan kente emek göçü yaratacağı için ucuza, bazı durumlarda karın tokluğuna sömürdükleri emeği ellerinden alacaktı) itiraz etmek zorundaydılar. Kentli sermayedarlar ise modern kapitalizmin nimetlerini istiyor ama sınıf mücadelesinden çekiniyorlardı.

Devrimci kadroların Cumhuriyetin gelişme rotası üzerindeki belirleyiciliği 1945’e kadar dayanabildi. 1946-1960 dönemine ise mülk sahibi sınıfların iç mücadelesi damga vurdu. 

Bu dönemde yaşanan ve üzerinde çok konuşulan bir vaka, konumuz açısından önem taşır. Kemalist devrimin eğitim alanındaki iki önemli kadrosu, İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Âli Yücel, giderek karşıdevrimci bir pozisyona yerleşen toprak ağalarına karşı yoksul köylülerin aydınlatılmasını hedefleyen kapsamlı bir proje olan köy enstitülerinin önderliğini yaparlar. Bu, cumhuriyet tarihinde önemli bir yer tutan “köydeki karanlığı aydınlatan öğretmen” çelişkisine çok daha ileri bir boyuta kılıç atılmasıdır. Ne var ki 1940’ta başlatılan bu devrimci ama idealist proje, sadece toprak ağalarının TBMM’deki muhalefetine değil, mülk sahibi bir azınlık ve mülksüz bir çoğunluktan oluşan kapitalist toplum gerçeğine çarpar. Aynı tarihlerde dünyanın her yerinde yoksul ve topraksız köylüler sosyalist devrimlere katılmaktadır ve bunların en önemlilerinden biri olan Çin devrimi tam o yıllarda gerçekleşmektedir. Bu ortamda, toprak ağalarının karşısında yoksul köylüyü aydınlatarak çıkma fikri sadece toprak ağaları için değil, emeğin üreteceği zenginliklere el koymak için onlarla mücadele eden ve yakın gelecekte TÜSİAD’ı kuracak olan, kentleşme ve sanayileşmeden yana kapitalistler için de korkutucudur. Anadolu köylüsünün sınıfsal reflekslerini çok iyi bilen ve dinamit dolu bir depoda kibritle oynamanın alemi olmadığını düşünen İsmet İnönü, 1946 yılında, köy enstitülerine başından beri karşı olan Reşat Şemsettin Sirer’i Milli Eğitim Bakanı yapar ve projeyi öldürür. Cumhuriyet devriminin büyük yenilgilerinden biridir.

Altı çizilmesi gereken önemli nokta ise şudur: Bu yenilginin kaynağında sadece gerici toprak ağalarının direnişi değil, devrimciliğini hızla yitirmekte olan yönetici kadroların siyasi kararlarının artık mülk sahibi sınıfların ortak sınıfsal refleksleri tarafından belirlenir hale gelmiş olması vardır.

Cumhuriyet, sınıflar arası eşitsizlik belirginleştikçe ve bu eşitsizliği kabullendikçe, devrimciliğini yitirmiş ve çürümeye başlamıştır.

***

Gelin, vakanın izini sürmeye devam edelim.

Gericinin teki olan Reşat Şemsettin Sirer’in köy enstitülerine yönelik temel eleştirisi, bu kurumların öğrencileri gereksiz genişlikte bir yelpazede eğitmeyi hedeflemesiydi. Sirer’e göre bir öğretmenin aynı zamanda marangozluk, ziraat gibi pratik konularda beceri sahibi olmasına hem gerek yoktu hem de bunu beklemek hayalcilikti.

Eğitimin öğrenciye salt mesleğini icra etmek için kullanacağı bilgi ve becerileri kazandırması gerektiğini savunan bu düşünce, sermayedar sınıfın eğitimden beklentisinin yansımasıdır. Her yerde olduğu gibi burada da sermayedar sınıf ağacı değil meyveyi ister: Eğitim işçileri çalışmaya hazırlamalı, onların emeklerini sermayenin ihtiyaç duyacağı becerilerle donatmalı, ama aydınlatmamalıdır.

Aynı düşünceyi TÜSİAD’ın raporlarında eğitim başlığında dile getirilen önerilerden (bilhassa mesleki eğitime yapılan vurgulardan), Millî Eğitim Bakanlığı ve YÖK’ün strateji belgelerine kadar pek çok kaynakta görebilirsiniz. Örneğin YÖK 2024-2028 Strateji Planı’na1 baktığınızda, sıralanan hedeflerden birincisi “Yükseköğretim kontenjanlarının, üniversitelerin kapasiteleri ölçüsünde, sektörel ve bölgesel olarak işgücü piyasalarındaki beceri ihtiyaçlarının da dikkate alınarak belirlenmesi”dir.

Kuşkusuz aklı başında hiç kimse eğitimin bireyi toplumun temel faaliyeti olan üretime katılmaya, burada bir yer edinmeye hazırlamasına karşı çıkamaz. Ne var ki eğitimin bundan ibaret olması, kapitalist bir toplumda, geleceğin işçilerinin hayatlarının yalnızca patrona çalışacakları kısmının eğitilmesi anlamına gelir. Eğitimi “pazarlanabilir beceriler” edindirmeye indirgeyen bu görüşün elinden çıkan eğitim programları, söz konusu beceriler arasında dahi anlamlı bir ilişki kurmaz. Hayat bir bütündür, ama eğitimin öğrencinin aklında hayata dair oluşturduğu imge, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “uzun yolda taş yemiş otomobil camı”na benzemektedir. Burada birtakım bilgiler ve beceriler, aralarında anlamlı ilişkiler kurulmaksızın bir arada durmaktadır.

Bu insan eğitmek değil bir makinenin belirli bir noktasına uygun işlevde parça imal etmektir. Ve bu şekilde imal edilen insanlar, üstlenmek için eğitildikleri mesleği icra edemediklerinde (örneğin eğitim fakültesinden mezun olup öğretmen olarak atamaları yapılmadığında) başka bir eğitim daha satın almak zorunda kalacak; böylece özel okul patronundan Milli Eğitim Bakanı yapacak kadar piyasacı olan AKP’nin şenlendirdiği eğitim “sektörü” müşterisiz kalmayacaktır.

Böyle bir sistemde, örneğin mantık ya da felsefe derslerine gerek yoktur. Zira felsefe öğrenmek bir insanın mühendis ya da doktor olması için şart değildir; dolayısıyla bu derslerin verilmesi eğitimi uzatan ve hantallaştıran, ayrıca gereksiz maliyet yaratan bir çabadır. Kuşkusuz felsefe öğrenmek bir insanın daha iyi bir mühendis ya da doktor olmasına katkı sağlar. Örneğin etiğin temel soruları üzerine düşünen bir insan daha prensipli ve ahlaklı olur; ya da epistemolojinin temel yöntemlerini bilen birisi hem kendisine bütünlüklü (yani uzun yolda taş yemiş otomobil camına benzemeyen) bir bilgi çerçevesi kurar hem de yeni edindiği her bilgi parçasını bu çerçeveye ekleyip diğer bildikleriyle ilişkilendirir.

Ama sömürü toplumunda bunlar egemenlerce istenmeyen niteliklerdir.

Bu nitelikler istenmemektedir, çünkü yaşadığımız toplumsal düzenin bütünselliğini kavrayan ve bunu etik bir sorgulamaya tabi tutan bir insanın isyan etmemesi mümkün değildir.

Aydınlanma ve bilinçlenme, bireysel olarak yaşandığı durumda dahi vahiy inerek gerçekleşmez, toplumsal mekanizmaların sonucudur. Cumhuriyeti kuran devrimcilerin gayet iyi anladığı üzere eğitim, aydınlanmaya giden önemli yollardan biri olma potansiyeline sahiptir. Bu yüzden, aynı kavrayışa sahip olan Bolşevikler insanlık tarihinin ilk işçi iktidarında eğitim, kültür ve sanat başlıklarını “Aydınlanma Bakanlığı” altında birleştirmiştir.

Sermayedar sınıfın ise tarihten edindiği önemli bir tecrübe vardır: Ezilenlerin aydınlanması egemenler için asla hayırlı bir şey değildir.

***

Bugün içinde yaşadığımız karanlık bir günde çökmedi. Türkiye’de sermayedar sınıf güçlendikçe ve devlet politikalarını belirleyebilir hale geldikçe, Cumhuriyet’in eğitim faaliyetlerini salt kendi ihtiyaçlarına göre budamaya ve gericiliğe alan açmaya özel bir önem verdi. Köy enstitüleri kapatıldı. İlahiyat fakülteleri ve imam hatip okulları açıldı. Üniversiteleri zapturapt altına almak için YÖK kuruldu. Müfredatlar tekrar ve tekrar elden geçirilip seyreltildi, gericileştirildi. Tüm bu süreçte gericiliğe mutlaka piyasacılık eşlik etti. Hiç tesadüf olmayacak bir biçimde, Kenan Evren cuntasının YÖK’ü kurma görevi verdiği gerici İhsan Doğramacı, aynı zamanda, öğrencileri nitelikleriyle ve mücadeleleriyle sermaye sınıfının başına bela olmuş ODTÜ’den gasp ettiği arazide ülkenin ilk özel üniversitesi Bilkent’i kuran kişi oldu.

Dolayısıyla, cumhuriyetin tüm değerlerini öldürme görevini üstlenen ve bu lanetli işi başarıyla yerine getiren AKP’nin bir bakanının “eğitim seviyesi yükseldikçe oylarımız düşüyor” demiş,2 bir başka bakanının da özet niteliğindeki şu konuşmayı yapmış olması birbiriyle tutarlıdır:

“Ara teknik eleman ülkesiyiz biz. (…) Eğer biz çocuklarımızı iyi yetiştirirsek kalem efendisi değil, ara teknik eleman, üniversiteyi bitiren, teknolojiyi iyi kullanan, bilgisayar bilen ve lisan bilen, dünyadaki bütün bilgileri alıp onları çok iyi kullanan, çok kaliteli gençler olarak yetiştireceğiz.” 3

Bu iki alıntıdaki aydın ve aydınlanma düşmanlığını yan yana koyduğunuzda, sermayedar sınıfı tedirgin eden tüm ilerici unsurların eğitimden ayıklanması işinin neden ismi “teslimiyet” kelimesiyle aynı kökenden gelen dinin gericileri tarafından tamamına erdirildiğini anlarsınız.

***

Bu uzun yolun sonunda eğitimde gelinen noktada, Türkiye’de herhangi bir diploma yoktan var edilebilir ve varken yok edilebilir hale geldi.

Türkiye’nin en köklü üniversitesi, verdiği diplomanın arkasında duramadı ve bunu yapamadığı için, kendi varlığını da kendi eliyle reddetmiş oldu. Ne var ki bu doğru, ancak şu doğruyla birlikte anlam taşır: Aynı köklü üniversitenin Girne’deki abuk subuk bir mektepten fakültelerine yatay geçişle öğrenci almayı kabul etmesi, bu yolla merkezi yerleştirme sınavında pek da başarılı olamayan hatırlı birilerinin arka kapıdan içeri alınmasına izin vermiş olması da, bugünkü rezilliğe varan yola döşenmiş bir başka taştı.

Terry Eagleton’ın çok isabetli biçimde ifade ettiği üzere,4 bütün bunların sonucunda, isminin kökünde “evrensellik” olan üniversite, öldü.

Geçtiğimiz Eylül ayı itibariyle üniversite hocalığı mesleğinde yirminci yılımı doldurmuş bulunuyorum, dolayısıyla bu konunun beni nesnel öneminin ötesinde dertlendiriyor olması mümkündür. Yine de, yazıyı başta söylediğim şeyi tekrar ederek bitirmek istiyorum. AKP, sermayedar sınıfın bencil çıkarlarını ilerletmek için bu ülkeye, bu ülkenin gençlerine ve geleceğine sayısız kötülükler etti; ama bana sorarsanız en iğrenç, en nefret edilesi icraatı, cumhuriyet eğitimini yıkmak için yaptıklarıdır. Türkiye’nin sosyalist devrimini gerçekleştirdiğimizde, örneğin hatırı sayılır bir sanayi birikimini takılıp kaldığı yerden kurtarıp ilerletmeye devam edeceğiz, ama eğitim sisteminin bir bütün olarak yıkılıp baştan kurulması gerekecek.

Yarın 23 Nisan, bir hafta sonrası 1 Mayıs, onun iki hafta sonrası 19 Mayıs. Bu günlerin anlamını düşünürken, belki penceremize Türk bayrağı asar, eylemlere katılırken, gençliğe yapılan bu kötülük aklımızın bir kenarında dursun ve çıkmasın lütfen.

Bağlantılı bir not: Eğitime yönelik en güncel saldırı şu anda “proje liseler” olarak isimlendirilen okullarda yaşanıyor ve liseli gençler büyük bir cesaretle öğretmenlerine sahip çıkıyor. Bu konunun takipçisi olmanızı ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin bu konudaki açıklamasını okumanızı rica ediyorum.