Fotoğraflara sığmak ya da sığmamak

Hayat fotoğraf karelerine sığar mı?

Tanesi on liradan kapış kapış selfi çubuğu alanlarımız öyle düşünüyor. Gerçek hayatımızın istenmeyen kısımlarını montajda kestiğimizde geriye başrolünü oynadığımız kurgulanmış hayat kalıyor ve bu günden güne, bir yapboz gibi parça parça Facebook duvarlarına, Instagram profillerine asılıp görücüye çıkıyor. Göstermek için yaşıyoruz.

Peki, neden?

Çünkü berbat bir dünyada insanca bir hayat yaşamaya çalışmanın çelişkisi altındayız. Dünyanın kötülüklerini umursamamamız ve hayattaki (tipik olarak para karşılığı satın alınan) bireysel güzelliklere odaklanmamız, bunları kovalamamız öğütleniyor ama güzel olması beklenen her deneyimin ardından ağzımızda kekremsi bir tat kalıyor. İnsanız; arzularımız kadar vicdanımız da var ve ruhunu özel mülkiyete satmış bir avuç cibilliyetsiz dışında hepimiz hayatımızda güzel ne varsa bunu insanlığın geri kalanıyla ortaklaştıramamanın sancısını çekiyor. Kendimizle barışık biçimde güzelliklerin tadını çıkartamıyoruz; yaşadığımız her güzel deneyimin akranlarımızca alkışlanmasına, tasdik ve takdir edilmesine muhtacız. Soran olsa bağımsız ve özgür bireyler olduğumuzu söyleriz ama bir kumsalda ayaklarımızı uzattığımızda dahi millet beğene basmasa güzel bir tatil yapıyor olduğumuzdan şüphe edecek kadar özgüvensiziz. Bu yüzden gittiğimiz her konserde en az yarımız elinde cep telefonu video klip çekmeye çalışıyor. Kendimizi müziğe ve onun ilham vereceği duygulara bıraksak belki sıradışı, kişisel bir deneyim yaşayacağız; ama bu sefer de Youtube’da paylaşamayacağız, tasdik ettiremeyeceğiz ve gerçekliğinden de, güzelliğinden de emin olamayacağız.  

Hayatımızın asıl toplumsal kısmı olan emeğimizi el birliğiyle ve bütün insanlığın iyiliği için sarf edemedikçe; kişisel ve özel, hatta mahrem olması gerekenleri ortaklaştırmaya çalışıyoruz. Bu beraberinde başka bir çelişki getiriyor: Hayatımızın işten arta kalan, bize ait saatlerine sığdırmaya çalıştığımız kişisel deneyimlerimizin hem biricik ve sıra dışı, hem de ortaklaştırılabilir olmasına ihtiyaç duyuyoruz.

Bakın Sartre bu çelişkiye dair ne diyor:

En bayağı olayın serüven haline gelmesi için onu anlatmaya başlamak gerekir (ve yeterlidir). İnsanları aldatan budur: Bir insan daima bir öykü anlatıcısıdır, kendisinin ve başkalarının öyküleriyle kuşatılmış olarak yaşar, başına gelen her şeyi onların içinden görür ve hayatını bir öykü anlatıyormuşçasına yaşamaya çalışır.

Ama bir tercih yapmak zorundasınız: Ya yaşayacak, ya anlatacaksınız*.

Bu uyarıya kulak vermekte fayda var; zira bugün içinde nefes alıp verdiğimiz toplumsal düzenin bize dayattığı hayatta hem sıra dışı, hem dar arkadaş çevremizi aşacak bir biçimde insanlarla ortaklaştırabileceğimiz, hem de insanlığın ortak çıkarlarına katkı koyacağından emin olabileceğimiz tek edim bu düzeni yıkmak için örgütlü biçimde mücadele etmek. İnsanlığın eşitsiz de olsa ilerlediği, geliştiği bir döneme doğsaydık böyle olmayabilir, aklımız ve emeğimiz düzen içinde anlam bulabilirdi ama tarihin en şanssız kuşaklarından biriyiz ve ömrümüz özel mülkiyete dayalı uygarlığımızın sonuna denk geldi. Bu karanlık barbarlaşma çağında, hayatın hızla tükenen güzelliklerinden payımıza düşeni vicdanımız rahat biçimde alabilmek için dahi insanlığın bu karanlıktan kurtulması için emek veriyor olmalıyız.

Ne var ki bu, hayatımızı bizzat anlatacağımız bir öykü gibi kurgulayarak olamaz; çünkü kahramanı ile anlatıcısının aynı olacağı bir kurgu tanım gereği kişisel güvenlik arayışını başa yazar. Ama madem kahramanlara ihtiyaç duyulan bir çağda doğduk, gelin gerçekten sıra dışı hayatlar yaşayalım ve yaptıklarımızın öyküsünü anlatmayı tarihçilere bırakalım. 2013 Haziranı’nın olağanüstü günlerinde hayatımız ve onurumuz için mücadele ederken hangimizin aklına arkamıza polisi alıp selfi çekmek geliyordu? Yaptıklarımızın insanlığın tümü için iyi ve doğru olduğundan o kadar emindik ki, tasdik ettirmeye ihtiyaç duymuyorduk.

Bunun tersi de doğru. İnsanlığın tarihsel ihtiyaçları aydınlanmış bireyin sorumluluğudur. Bir yanda temiz ve vicdanlı kalmaya çalışıp diğer yanda bu barbar karanlıkla mücadele etmezsek; gün gelir binlerce fotoğrafa sığdıramadığımız hayatımıza tek bir fotoğrafa sığmış mini minnacık bir hayat çarpıverir. Bu hayat gözden ve gönülden uzak Afrika’da bir akbabanın insafına kalmış da olabilir, bizzat ayaklarımızı uzatıp güneşlendiğimiz bir sahilde karaya vurmuş da.

Ölü çocukların faili tek bir kişi değil milyonlardır. O milyonlardan biri olmadığımızdan emin olamamak korkunç bir şeydir. İnsan, hayatına yüklediği anlamların ya da vicdanının bir kısmını yitirmek arasında bir tercih yapmak zorunda kalır ve sosyal medyadan ne kadar duyar kassa para etmez.

Bu alçak düzeni yıkmak için mücadele etmek çocuk katilleriyle karşı saflarda olmanın tek garantisidir. Sadece bu garanti için dahi her tehlike göze alınır.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal

* Jean-Paul Sartre, Bulantı, 5. Baskı, çev. (kimi düzeltmelerle) Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık, 1994, s.47.