Sermayedar sınıf vatandaşlığı birbirine pazarladığı bir metaya ve yoksul göçmenlerin önünde salladığı bir havuca dönüştürüyorsa, biz emekçilerin bu içi boşaltılmış ve anlamını yitirmiş vatandaşlıktan ayrı bir yurttaşlık tanımına ihtiyacımız var demektir.
Fiyat etiketi takılmış vatandaşlık
Nevzat Evrim Önal
Gelin bu haftaki yazıya bir haberle başlayalım.
Haber Wall Street Journal’dan. ABD Milli Güvenlik Bakanlığı (Department of Homeland Security), bir süredir göçmenlerin vatandaşlık almak için birbiriyle yarıştığı bir televizyon programı üzerinde çalışıyormuş. Katılımcıların gayesi “en Amerikalı olanın kendileri” olduğunu ispatlamak olacakmış. Bu kişiler bir trenle ABD çapında gezdirilecek, her durakta ülkenin tarihindeki kimi olayların canlandırıldığı müsabakalar yapılacakmış. Örneğin San Francisco durağında “Altına Hücum” dönemi canlandırılacak ve yarışmacıların altın topladıkları bir oyun oynanacakmış, Detroit’e geldiklerinde ise takımlara ayrılıp “bir Ford Model T arabanın şasisini en hızlı kim monte ediyor” yarışması yapacaklarmış.
Yarışma boyunca katılımcılar elenecek, son kalan vatandaşlık kazanacakmış.1
İnsanın aklına çeşit çeşit fikirler geliyor. Örneğin yarışmacılar Güney Dakota’da Lakota Kızılderilileri gibi giydirilip Amerikan ordusu süvarilerinden kaçabilir veya Mississippi’de Ku Klux Klan tarafından avlanabilir, ya da kim daha çok sadaka toplayacak diye Los Angeles’ta dilendirilebilirler. Neyse ki bu rezilliğin fikir babası Rob Worsoff, eksik olmasın, “Açlık Oyunları” gibi bir şey tasarlamıyor olduklarını söylemiş.
İnsanın bu alçaklık seviyesi karşısında gerçekten dili tutuluyor, eli ayağı soğuyor.
Ama biz aklımıza mukayyet olalım ve resmin tamamına bakalım. Zira bir yanda bu var, diğer yanda ise ABD Başkanı Trump 5 milyon dolara ABD vatandaşlığı satmayı düşünüyor.2 Bu ikisini yan yana koyduğumuzda, sermaye egemenliği altında vatandaşlığın nasıl içi boş bir kavrama, pazarlanabilir bir metaya dönüştüğünü görebiliyoruz.
Görebiliyoruz, ama üzerinde biraz daha konuşmalıyız. Gelin, inceleyelim…
***
Egemenlerin kendilerine ayrıcalık bahşeden birtakım payeleri para karşılığı satmaları ya da değiş tokuş etmeleri yeni bir pratik değil. 10. yüzyılda Katolik hiyerarşi içerisinde unvan satışı (adına Simonculuk deniyordu) hayli yaygınlaşmıştı. Orta Çağ karanlığına karşı aydınlanmanın vicdanını temsil eden en kıymetli yazarlardan biri olan Dante, ölümsüz eseri İlahi Komedya’da “kiralık hırsızlar” dediği bu yolsuzları cehennemin dibinde, ateş kuyularına baş aşağı gömülü buluyordu.
Orta Çağın türlü çeşitli ayrıcalıklarının yerine kanun önünde eşit vatandaşlığın geçirilmesi burjuva devrimlerinin en ilericisi olan Fransız Devrimi’nin en idealist, en radikal fikriydi ve sadece Fransa’da değil genel olarak burjuva toplum sözleşmesinin çerçevesini belirledi. Burjuvazinin iktidara geldiği gibi kendi devrimine ihanet etmesi kuraldır; bu ideal de kısa sürede zenginle yoksul arasındaki maddi eşitsizlik tarafından kâğıt üzerinde bir ilkeye indirgendi. Yine de vatandaşlık, halktan herkesin sahip olduğu bir unvan olarak, modern toplumu oluşturan toplum sözleşmesinin temeli olmaya devam etti.
Bugün gelinen noktada ise, sadece her ihtiyaç nesnesini değil, en kutsal olanlar dahil her manevi değeri de alınır satılır şeylere dönüştürme eğiliminde olan sermaye egemenliği, vatandaşlığı bir metaya dönüştürüyor ve kendisini egemen kılan toplum sözleşmesinin en temel unsurunu ilga ediyor.
Sürecin bu aşamaya gelmesinde en temel faktör, dünya çapındaki zenginlik ve sefalet farklarından kaynaklanan göç akımları. Göçün başlıca hedefi olan (ve hiç tesadüfi olmayan bir biçimde en fazla göçmeni eski sömürgelerinden alan) Avrupa Birliği ülkeleri ve İngiltere, açık açık birinci ve ikinci sınıf vatandaşlık uygulamalarını tartışıyor. ABD’de Yeşil Kart sahipliği ve vatandaşlık fiilen aynı manaya geliyor.
Öte yandan, sadece yoksullar değil zenginler de göç ediyor ve bunlara yönelik vatandaşlık tarifeleri de oluşturuluyor. Örneğin Trump’ın 5 milyon dolar fiyat çektiği vatandaşlığın Türkiye’deki fiyatı 400 bin dolar; tek gereken bu değerde bir gayrimenkul edinmek. Bu yüzden konut fiyatlarının yüksek olduğu semtlerde noterler tercüman bulunduruyor.
Tabii Türkiye’nin zenginleri de kendince göç yolları buluyor. Yakın geçmişte aralarında Sabancıların da olduğu pek çok Türkiye zengininin AB’ye arka kapı niteliğindeki Malta’dan vatandaşlık aldığı ortaya çıkmıştı.3
Bundan daha önemli ve sistematik olan ise şu: Bütün ülkeler para çekmek için karşılıklı bir vergi indirme yarışına girmiş durumda; bu yüzden dünyanın hiçbir yerinde servetler ve sermaye doğru dürüst vergilendirilmiyor ve devleti finanse etme yükünün her geçen gün daha büyük bir kısmı emekçi sınıfa ve orta sınıfa yükleniyor.4
***
Sermayedar sınıf vatandaşlığı birbirine pazarladığı bir metaya ve yoksul göçmenlerin önünde salladığı bir havuca dönüştürüyorsa, biz emekçilerin bu içi boşaltılmış ve anlamını yitirmiş vatandaşlıktan ayrı bir yurttaşlık tanımına ihtiyacımız var demektir.
İnsan “insan” olduğundan bu yana kurulmuş, en eski toplumsal bağ, beraber hayatta kalma, hayatı beraber üretme bağıdır. İlk kabileden bu yana toplumu tanımlayan ve tüm kültüre kaynaklık eden bu maddi temel, modern yurttaşlığın da olabilecek en makul ve adil zeminidir. Bizim dilimizde “halk” kelimesi yaşamı yeniden üreten emekçilerin bütününü anlatmalı, yurttaş da bu bütünün parçası olan bireyi tanımlamalıdır.
Yani kendileri bir kibrit çöpü dahi üretmeyen ama bütün hayatı emekçilere ürettirip onları sömüren, başkalarının emeğiyle geçinmekle kalmayıp sürekli zenginleşen asalak sermayedar sınıfı kendimize yurttaş saymamalıyız. Bu sınıf (şimdilik) parayı bastırıp dilediği ülkenin vatandaşlığını satın alabilir ama vatansızdır. Vatansızdır, çünkü her biri dünyadaki bütün emekçilere, en çok da vatandaşlığını satın aldığı ülkenin emekçilerine düşmandır.
Bu tartışmanın bir de ülkemizde güncel bağlamı var. İktidar ve PKK arasında “barış süreci” olarak adlandırılan yeni açılımı takiben, görünüşe göre anayasal vatandaşlık tanımının da tartışmaya açılacağı bir sürece giriliyor.
Asla unutmayalım: Birbiriyle savaşta olanlar biz Türk ve Kürt emekçiler değildik. Bu ülkenin emekçileri, yoksul köylüleri, işçileri olarak asla birbirimize düşman olmadık, kin gütmedik, silah kuşanmadık. Birbirimizi yurttaş görmekten asla vazgeçmedik.
Demek ki barış, uzlaşma, ittifak, artık adı her ne ise, Türk ve Kürt egemenler, mülk sahipleri, başkalarının emeğiyle yaşayanlar arasında; toprak ağaları ve fabrikatörler, tefeciler ve tüccarlar, mafya babaları ve müteahhitler, holdingler ve tarikatlar, Meleler ve Mollalar arasında yapılıyor ya da kuruluyor.
Açılacak olan tartışmaya bunu hiç aklımızdan çıkartmadan; kimin yurttaşımız, kimin düşmanımız olduğunu unutmadan taraf olmalıyız.
Bu yurdu, Millî Mücadele’de can vererek, tarlalarında çift sürüp fabrikalarında çalışarak biz emekçiler kurduk. Yurdumuz da, halkımız da, aramızdaki yurttaşlık bağı da birilerinin malı değil, satılık değil.
- 1
Haklısınız, inanılır gibi değil, ama hıyarın birinin fantezilerinden değil devlet düzeyinde ciddi ciddi tartışılan bir fikirden bahsediyoruz. Buyurun kaynak: https://www.wsj.com/politics/policy/dhs-is-considering-reality-show-where-immigrants-compete-for-citizenship-47de277c.
- 2
https://www.reuters.com/world/us/trump-end-eb-5-immigrant-investor-visa-program-2025-02-25/.
- 3
https://haber.sol.org.tr/toplum/malta-vatandasi-olan-patronlar-listesinde-sabancilar-da-var-254007.
- 4
Thomas Piketty, Capital in the Twenty-First Century (çev. A. Goldhammer), Cambridge ve Londra: Harvard University Press, s.496.