Emrah Serbes’in ardından…

Ülkeyi ikiye ayıran fay kırığının bizim tarafında önemli bir insan Emrah Serbes. Yazdıkları ve bilhassa çekilmesine vesile olduğu Behzat Ç. çölleşen ülkede tutunduğumuz şeylerdi; pazartesi sendromu eşliğinde çay molalarında, iş çıkışı biralarında sohbet konusuydu. Özetle Serbes, bu dönemin, bizim kuşağın bir aydını. Bu yüzden “her gün çocukların öldürüldüğü ülkede ne yazabilirim?” sorusu ile yazarlığı bırakma (ve iki yıl boksla ilgilenecek olma) açıklaması, bu kararına sadık kalıp kalmamasından bağımsız olarak önemli; zira bize memleketin ve aydının hali konusunda çok şey söylüyor.

Aydının tükenişi bu yaşanan ve 12 Eylül’den bu yana sürüyor. Liberalizmin örgütsüzlük=özgürlük denklemini yutan ve yalnızlaştıkça hem düşünsel beslenme kaynaklarını yitiren, hem de toplumsal etkisi azalan aydın ya sözünün etkisini güçlendirmek için düzene örgütleniyor, ya da bu çölde yalnız ne kadar yürüyebilirse o kadar yürüyor.

Bu durumun başka bir deforme edici etkisi var: İftar sofralarına oturmayan aydın sınırlı enerjiyle yaratabileceği kadar büyük bir etki yaratma derdine düşüyor çünkü yalnız; kendi fikirlerinden başka hiçbir tarihsel misyona ait değil. Oysa aydının toplumsal görevi etki yaratmak değil doğruları söylemektir. Nitelikli düşünce sabırla tekrarlandığında er ya da geç etki yaratır ama temel kaygı etki yaratmak olduğunda niteliği erozyona uğramaya başlar. Söz etki yaratmıyorsa biçimi, retoriği değil özü, doğruluğu sorgulanmalıdır çünkü zarf mazrufun aynasıdır; her biçim bir özün biçimidir ve bugün içinde olduğumuz gibi karanlık dönemlerde doğruların etki yaratması kolay değildir, zaman alır. Sabır göstermek yerine sözün etkisini biçimsel cambazlıklarla artırmaya çalışmak ise er ya da geç sözün özünde revizyon gerektirir. Doğrular böyle sulanıp eğrilir.

Ve aynı derecede önemli olmak üzere, aydın bir projektördür. Onu deniz feneri yapan üzerine konduğu kuledir, örgütüdür. Yobazların nefret ettiği ama ismine katlanmak zorunda kaldıkları, tarihe kafa tutan Nazım, Aziz Nesin, Can Yücel, Sabahattin Ali gibi büyük aydınların tamamının özelliği örgütlü olmalarıdır.

Şimdi, bir deniz feneri düşünün ki, hava fırtınalı ve gemiler birbiri ardında kayalarda parçalanırken, tam da bunu gerekçe göstererek limana, kurtuluşa giden yolu aydınlatmaktan vazgeçsin. Serbes'in yaptığı budur, kendisi gibilerin doğruları cesaretle söylemesine en fazla ihtiyaç duyulan dönemde aydın misyonunu reddetmektir. Onu eleştirenlere kızıp "yazmakla insanlar kurtulmuyor" diye ahkâm kesenler ise aydın düşmanı alçak ilkellerdir.

Kusura bakmasın, eğer çocuklar ölürken yazamayacaktıysa, daha baştan Erken Kaybedenler’i yazmayacaktı. Kapitalizm kaybedenleri öldürür ve yer. Dahası, Serbes'in yaptığı tam da yapmamız istenen şey: İçimizde, göğsümüzü sıkıştırıp patlatırcasına biriken öfkenin enerjisini cansız nesnelerin üzerine, onlarda hiçbir değişiklik yaratmayan yumruklarımızla boşaltalım ve sonra da yatağımıza bir afyonkeşin sedire yanladığı gibi tükenmiş, tasaları yorgunlukla ertelenmiş olarak uzanalım. Herkes "yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz" diyen Nazım kadar dirayetli olamayabilir; ama bu, bir dayanamama halinden fazlasına işaret ediyor. Elimizdeki örnek açık, apaçık gösteriyor ki lümpenle aydın aynı gövdede barınamıyor. Ezilenlerin acısıyla ezilip bunun edebiyatını yapmak, yaparken de metinleri delikanlılıkla, “amk hırsızları” gibi ağız dolusu küfürlerle süslemek empatik bir etki yaratıyor ve sürüyle okur çekiyor, ama iş ciddiye bindiğinde bu retorik iflas ediyor.

Kapitalizmin çürümüş uygarlığının iğrençlik ve gaddarlıkları insanın tek başına göğüsleyemeyeceği kadar insanlık dışıdır. Buna karşı duyarlılıklarını bireysel vicdana ya da delikanlılığa dayandıran, gerçeğin yangını karşısında ya kendini yakar ya da gözlerini kaçırır. Bu açıdan, Serbes'i ünlü yapan komiser Behzat, bir karakter tercihi olarak bize meseledeki sorunu da anlatıyor. Örgütlü, mücadele eden, insanlığın yarınlarına dair kendi bireyselliğini aşan umut verici bir kurgusu olan, kendine ve yoldaşlarına insanlığın güzelliklerinin bir uzantısı olarak insanca davranan değil; yalnız, içtikçe efkârlanan ve efkârlandıkça içen, dosta düşmana kaba saba, umutsuz, çıkışsız ve nihayetinde tükenen bir polis. “Polis” özellikle önemli çünkü polislik artık yalnızca bu aşağılık düzenin bekçi köpekliğine dönüşmüş durumda ve bu yüzden ücret karşılığı çalışmasına rağmen emekçi olarak tanımlanması mutlak surette imkânsız az sayıda meslekten biri. Serbes’in eserlerindeki lümpenliğin asıl kaynağında da kaba sabalık ve küfürler değil, bu sınıftan ve gerçekten kaçış var. Sonuçta, “dürüst ve halktan yana polis” Behzat, “suça karşı tek başına mücadele eden milyarder” Batman ne kadar gerçekçiyse, o kadar gerçekçi.

Yarına dair umudun olmadığı yerde öfke deşarj olmaya yarar. Bu bağlamda Serbes’in yazılarındaki öfke patlamaları, Ece Temelkuran’ın ağız dolusu ettiği “kalbiniz kurusun” vb. kocakarı beddualarına benziyor. Kendisi de öfke dolmuş okuru bir nebze rahatlatıyor (dolayısıyla okur çekiyor) ama gerçek hiçbir etki yaratmıyor. Etki yaratmıyor, çünkü o kadarını zaten herkes söylüyor. Aydın herkesin söylediği ortalama doğruları daha edebi bir dille söyleyen değil, herkesin düşünemediği nitelikli doğruları düşünüp söyleyendir. Bu yapılamadığı ölçüde, kişi samimiyse (ki kendi adıma Serbes’in öfkesinin samimiyetinden zerre şüphem yok) bir noktada tükeniyor ve geriye kırmızı vosvosa binip gitmek kalıyor.

Güle güle, Emrah Serbes. Gittiğin yerden doğrultu kazanarak dönmen dileğiyle…

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal