Ya eşitliğin ve özgürlüğün dünyasını kuracağız, ya da özel mülkiyetin dünyası yıkıldığında altında kalacağız.
Düzenin megalomanisi
Nevzat Evrim Önal
Bu yazıya Baba filmleriyle bilinen Francis Ford Coppola’nın son filmi Megalopolis vesile oluyor, ama bir film eleştirisi yazmak niyetinde değilim. Söz konusu filmin bir sanat yapıtı olarak eleştirmeye değer olduğunu düşünmüyorum, ama savunduğu fikirlerden ve iddialarından yola çıkarak içinde yaşadığımız özel mülkiyet düzeninin güncel çöküş haline dair bir tartışma yürütebileceğimiz kanaatindeyim.
Coppola için bu film giderek takıntıya dönen bir kişisel projeymiş ve iddiasına göre 1977’den beri kafasındaymış. Film, ABD ile Roma arasında bir paralellik çiziyor ve buradan yola çıkarak “demokrasinin kaybı = uygarlığın çöküşü” denklemi kuruyor.
İçerik tartışmasına girmeden önce, çok basit bir olguya değinelim: Coppola filmi büyük ölçüde kendisi finanse etmiş ve bunun için Kaliforniya’daki şarap işletmelerinin bir bölümünü satıp 120 milyon dolar yatırmış. Yani, çok zengin bir burjuvanın büyük ölçüde bireysel bir “sözünü söyleme” girişimiyle karşı karşıyayız.
Bu notu düşmüş olarak, başlayabiliriz.
***
İster istemez bir özet geçmek zorundayız. Film, Roma’da peş peşe yaşanan ve nihayetinde cumhuriyetten imparatorluğa dönüşmesiyle sonuçlanan iki tarihsel olayı birleştiriyor: MÖ 63’deki başarısız darbe girişimi olan Catilina Komplosu ve MÖ 60’dan başlayan Julius Caesar’ın yükselişi.
Filmin ana karakteri, elinde New York’un “tasarım otoritesi” unvanını tutan, aynı zamanda zengin bir iş adamı olan “Cesar Catilina.” Cesar Catilina, uygarlığın merkezinde yer alan “Yeni Roma” sıfatına sahip kente dair fütüristik bir vizyona sahip ve filmin başında bu vizyonu kente siyaset ve gerekirse komployla dayatmaya yeminli. Catilina filmde liberalizmi temsil ediyor. Onun vizyonun karşısında da muhafazakarlığın filmdeki sembolü olan New York belediye başkanı Cicero duruyor.
Cesar Catilina sadece zengin ve siyasi iktidarın bir kısmına sahip değil, aynı zamanda bir büyücü/simyacı. “Megalon” adında mucizevi özelliklere sahip bir madde geliştirmiş durumda ve hem kente dair gelecek vizyonunu bu madde üzerine kuruyor, hem de bu madde sayesinde kendi bedenini neredeyse ölümsüz hale getirmiş durumda; öyle ki filmin bir noktasında suratına bir kurşun yiyor ama ölmüyor. Ayrıca dilediğinde sadece kendisi için zamanı durdurabiliyor. Ne var ki, tüm toplumu saran çürümeye kendisi de battıkça bu antisosyal becerisini kaybediyor, devamında ise Cicero’nun kızında aşkı bulduğunda tekrar geri kazanıyor.
(Geçerken not, sözde ilerici filmde kadınların rolü bundan ibaret: Güçlü erkeklerin arkasında, ya onların hırslarını cinsellikle körükleyerek saray komplosu çeviriyor ya da yumuşak başlı bir bilgelikle uzlaşmazlıklarını törpüleyip, birbirleriyle barışmalarını sağlıyorlar. Bir de, eğer erdemlilerse, aynı zamanda iyi anne oluyorlar.)
Film boyunca Yeni Roma bir dekadans içinde. Zenginler erdemi yitirmiş, gençleri seks ve uyuşturucu alemleri yapıyor, yaşlıları kendilerine genç metresler tutuyor. Bu ortamda Cesar Catilina ile Cicero’nun rekabeti demokrasiyi zayıflatıyor ve aradan faşizmin sembolü olan, dekadansa en fazla batmış Clodio kendi komplosuyla sıyrılıp yükseliyor. Clodio, Cesar Catilina’nın “kasetini sızdırıyor”, finans tekelinin başına geçmeyi deniyor ve hepsinden önemlisi, Cesar Catilina’nın kent vizyonunu reddeden yoksulların öfkesini kışkırtıp bir ayaklanma çıkarıyor. Bu sahnelerde Trump ile kurulan benzerlik kör gözüne parmak: Clodio’nun mitinglerinde yoksullar Trump’ın seçim kampanyalarıyla özdeşleşen “Make America Great Again” sloganının pankartlarını taşıyor.
Ama tüm komplolara rağmen uygarlığın en yüce değeri olarak kutlanan burjuva demokrasisi kazanıyor: Cesar Catilina ile Cicero (anne-kız olan eşlerinin erdemi sayesinde) uzlaşıyor, Cesar Catilina kışkırtılmış kitleleri ateşli ve samimi bir konuşmayla kendi vizyonuna ikna ediyor, Clodio bir Mussolini kopyası olarak kendi kışkırttığı yoksullar tarafından linç edilip ayaklarından asılıyor ve kent, büyülü Megalon sayesinde, kimsenin yoksul olmayacağı Megalopolis ütopyasına dönüşüp kurtuluyor.
***
Bu yorucu özetin ardından önce biraz dalga geçelim: Filmin ilk hafta dünya çapında hasılatı 5 milyon dolar civarında kalmış. Dolayısıyla Coppola’ya geçmiş olsun, harcadığı 120 milyonun üzerinde bir bardak kaliteli şarap içebilir. Bireysel megalomaniyi insanlara ütopya, vizyon diye kakalamaya çalışmanın bir sınırı var.
***
Gelelim içeriğin eleştirisine.
Birincisi, Roma demokrasiden imparatorluğa dönüştüğü için yıkılmadı, o sayede Roma oldu. Çünkü Roma’nın zenginliği demokrasiden tamamen dışlanan kölelerin sömürüsüne dayanıyordu ve kölelerin ne denli tehlikeli olabileceği Catilina Komplosundan on yıl önce Spartaküs ayaklanmasında görülmüştü. Köleleri hizaya getirmek ve düzenin güvenliğini sağlamak için daha da fazla zenginleşip askeri gücü artırmak gerekiyordu. Zenginliğin kaynağının tarımsal üretim olduğu o dönemde zenginleşmeye devam etmenin tek yolu da bir imparatorluk olup genişlemek, böylece barbarların bir kısmını “artık sen de Roma’sın” yalanıyla taşeronlaştırıp vergiye bağlayarak çok daha geniş bir coğrafyadan merkeze kaynak aktarır hale gelmekti. Bu olmasaydı, filmde bolca alıntılanan Marcus Aurelius da olmazdı.
Film, zenginlerin en temel yalanını tekrarlıyor ve zenginlerin (en azından bir kısmının) zenginliğinin kaynağında onların bireysel ve vizyoner girişimlerinin olduğunu söylüyor. Bu yüzden finans sermayesinin tefeciliği yarım ağızla eleştiriliyor ama inşaat, sanayi gibi faaliyetler yüceltiliyor.
Ama gerçek hayatta zenginliğin kaynağında büyülü “Megalon” malzemesi değil atölyelerde, fabrikalarda, inşaatlarda çalışan ve sömürülen işçiler var. İmparatorluğun günümüz hali olan emperyalizm, sömürünün en iğrenç hallerini bir süredir merkezden uzakta tuttuğu için aradaki bu ilişki New York’ta görünmez oldu. Ama emperyalistlerin kendi sırtlarını sıvazladıkları öyküleri boş verip Çin’e, Endonezya’ya, hatta o kadar uzağa gitmeye gerek yok Güngören’deki tekstil atölyelerine, Dilovası’ndaki çelik ve kimya fabrikalarına bakarsanız, sömürüyü görmemeniz için düzenin propagandasından gözlerinizin kör olmuş olması gerekir.
Yoksulluk, zenginliğin olmama durumu değildir; zenginliğin kaçınılmaz sonucudur. Zenginler, yoksulları çalıştırıp sömürerek ve onların yoksulluklarını süreklileştirerek zenginleşir. Roma’da bu çalıştırma kölelik yoluyla yapılıyordu, günümüzde ise ücretli işçilik yoluyla yapılıyor. “İkisi aynı şey” demek kaba (ve yanlış) bir indirgeme olur, ama ikisi de nihayetinde emek sömürüsüdür.
Ve sömürüye dayalı bir zenginleşme düzeni sömürülenleri de kapsayacak biçimde daha demokratikleşerek sürdürülemez; çünkü insanlar, insan oldukları için eşitlik ve adalet ister, yarattıkları zenginlikten hakça bir pay almak ister. Bu yüzden düzen zenginleştikçe hep daha da despotik olmak zorundadır. İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırım ile Roma’nın Spartaküs ayaklanmasını bastırırken yaptığı katliam aynı şeydir. İsrail’in yayılmacı bir emelle Lübnan’ı işgale hazırlanması ile Roma’nın Galya seferi aynı şeydir. Bugün Gazze’de ve Lübnan’da görüyor olduğumuz, yarın kim bilir başka hangi coğrafyalarda göreceğimiz, zenginlerin yoksulları itaate zorlamak için uyguladığı şiddet, düzenin despotlaşmasının en açık ifadesidir ve düzen yerinde durduğu müddetçe artarak sürecektir.
İkincisi, Trump ve Netenyahu gibi siyasetçilerde somutlanan günümüz faşizmi, kerameti kendinden menkul bir “aşırılık” değil, düzenin yukarıda bahsettiğimiz despotlaşma ihtiyacının bir sonucu. Bugün faşizm yükseliyor çünkü kapitalizmin yarattığı eşitsizlikler o denli şiddetli hale geldi ki, tüm bu eşitsizliklerin aşağıdakiler tarafından kabul edildiği bir itaat hiyerarşisi kurulması düzenin bekası için zorunlu. Tek başına yüz milyarlarca doları kontrol eden emperyalist zenginler tanrılaşmalı. Geri kalan zengin sermayedarlar bu tanrıların taşeron vekillerine dönüşmeli. Orta sınıflar tanrılara olmasa da vekillerine özenmeli ve hayatlarını bunlar gibi yaşayabilmek için kifayetsizce debelenerek geçirmeli. Yoksul emekçiler ise, eğer emperyalist ülkelerde yaşıyorlarsa bu tanrılara iman edip kullaşmalı, bir ibadet olarak onların sofralarından artanları, hatta yiyip kustuklarını yemeli ve bunu yaparken zenginliği paylaşıyor olduklarını zannetmeli; “barbar” coğrafyalarda yaşıyorlarsa sürekli şiddet tehdidiyle itaate zorlanmalı, sefaleti kabullenmeli ve asla baş kaldırmayacak biçimde insanlık onuru kırılıp boyun eğdirilmeli.
Faşizm, bu iğrençliği gerçekleştirmeye en uygun siyasi hareket olduğu için yükseliyor.
Ve Coppola sadece megaloman değil entelektüel açıdan namussuz olduğu için, kırk küsur yıldır hayalini kurduğu filmine bir Trump karikatürü koyuyor, ama Cesar Catilina karakteri ile Elon Musk arasındaki apaçık paralelliği bilince çıkartacak hiçbir senaryo unsuru eklemiyor. Oysa dünyanın yakında ilk dolar trilyoneri olacak olan bu en zengin teknoloji ve “inovasyon” burjuvasının aynı zamanda Coppola’nın eleştirdiği günümüz faşizminin başlıca destekçisi olması tesadüf değil, düzenin işleyişinin mantıki sonucu.
Bu düzende en insanlık dışı ve en alçak olan, her zaman en zengin olandır. Elon Musk’ı farklı kılan bu gerçeği saklamıyor olması, çünkü mızrak çuvala sığmıyor.
***
Şu gerçeği görmek gerekiyor: Sorun zenginler değil zenginlik. Zenginler iyi, insancıl, erdemli olamaz çünkü zenginliğin sürdürülmesi insanlık dışı eylemler gerektiriyor. Bu bireysel bir tercih bile değil. Düzenin işleyişi çerçevesinde iyi, insancıl ve erdemli olmaya çalışan, hatta rakiplerinden daha az yırtıcı sömürücü ve gaddar olabilen zenginler zenginliklerini yitiriyor ve eleniyor.
Her gün gördüğümüz, belki karşısında dehşete düştüğümüz belki de kanıksadığımız, yaygın ve tüm dünyayı sarmış görünen kötücülleşmenin sebebi bu. Tanrılardan vekillerine, onlardan da orta sınıflara ve yoksul emekçilere doğru sürekli bencillik, gaddarlık, alçaklık yayılıyor.
İnsanlık, yokuş aşağı giderken freni boşalmış bir kamyon gibi, kapitalist uygarlığın sonundaki uçuruma doğru hızlanıyor.
Bir insan kırdığını tamir edebilir, yanlışlarını düzeltebilir; ama sorun bizzat kendisiyse, aynı zamanda çözümü olamaz. Sorun bireysel zenginliğin toplumsal çıkarları tamamen ezen bir nitelik kazanmış olması ve bu sorun zenginlerin itidalli olmasıyla değil, ancak mülksüzleştirilip zenginliklerinin toplumsallaştırılması ile çözülebilir.
Dolayısıyla hem insanlığın hem de her insanın önünde iki seçenek var.
Bir seçenek kendisini tanrı ilan edenlere boyun eğmek. Bunu iman ederek mi, sinik bir tavırla kendi yalnızlığımıza çekilerek mi yaptığımızın sonuç açısından bir farkı yok. Bu seçenek düzenin yıkıcı işleyişinin devamına onay vermek ve sonunda olacaklara maruz kalmayı pasif biçimde kabullenmek anlamına geliyor.
Diğer seçenek ise bu düzeni değiştirmek için mücadele etmek; bu da ancak devrimci bir örgütlülükle olabilir.
İnsanlık Roma’ları kurarken de ilerler, ama asıl yıkarken ilerler. Ne var ki günümüz emperyalizmi Roma gibi yerine bir başka sömürü düzeni kurularak yıkılamaz. Onun sahip olduğu yıkıcı güç ancak emekçi insanlığın devrimci yükselişiyle bertaraf edilebilir. Aksi takdirde, eski ve yeninin kavgası kaçınılmaz biçimde bir dünya savaşına dönüşür ve insanlık, yorgun gezegenimizin kaldıramayacağı kadar büyük bir yıkımla karşı karşıya kalabilir.
Dolayısıyla seçenek şu: Ya eşitliğin ve özgürlüğün dünyasını kuracağız, ya da özel mülkiyetin dünyası yıkıldığında altında kalacağız.