Bu ne lan, dünün aynısı…

Bana sorarsanız, sanatın en toplumsallaşmış dalı tartışmasız sinemadır ve bu eserlerin kolaylıkla çoğaltılabilir olmasıyla alakalı değil. Hareketli görüntü ile birleştirilmiş sesin izleyiciyi “şimdi ne olacak?” merakıyla suratına ışık tutulmuş tavşana çeviren büyüsünün ne denli güçlü bir propaganda silahı olduğu icat edildiği anda fark edilmişti ve Soğuk Savaş denilen, ideolojilerin kavgasına dayalı üçüncü dünya savaşı boyunca Amerika bu silahı sonuna kadar kullandı, kullandıkça da geliştirdi. Hemen her teknolojinin kaynağında askeri harcamalar olduğu söylenir, bu kez de durum farklı olmadı. Her mahalleye bir sinema kurulup her eve bir televizyon sokuldukça elektronik sektörü de, “film endüstrisi” de hızla gelişti.

Ama bu gelişme mutlak bir kontrol altındaydı çünkü diğer sanat dallarından çok daha pahalı olan sinema sermaye ile sıkı ilişkiler içinde olmak zorundaydı. Bu yüzden filmlerine milyonlarca seyirci koşsa da, sinema tarihi boyunca dostluk ve dayanışma gibi insani değerleri beyazperdeye en başarılı biçimde aktaran Chaplin sürgünde öldü; soğuk savaşın en keskin yıllarında da Hollywood sinemasına insanın insana güvenmemesi gerektiğini mümkün olan her biçimde seyircinin kafasına kazıyan zehirli Hitchcock filmleri damga vurdu.

Diğer yandan bu en toplumsallaşmış sanat dalının bir ideoloji pompasından ibaret kalması imkânsız ve anlamsızdı. Zamanla sesli ve hareketli görüntü modern kültürün en önemli unsuru haline geldi. Oturma odalarındaki koltuk takımları insanları birbirlerine değil televizyona baktıracak biçimde yerleştirilir oldu; sinema karakterleri birer insan tipi olarak roman karakterlerinin yerini aldı; hatta insanların çocukluk yıllarına dair akıllarında kalan en güçlü imajlar dönemin televizyon reklamları olmaya başladı. Bu güçlü bağ, ilişkiyi de tek taraflı olmaktan çıkarttı ve diyalektik hale getirdi. Bu yüzden bir ülkedeki egemen kültürel-siyasi durumu o ülkenin sinemasına, dünyadakini ise Hollywood’a bakarak tahlil edebiliriz.  

Dilerseniz, bir örnek üzerinden bir iddiayla başlayalım ve bunu test ederek genele uzanalım: Bugün gelinen noktada hayatımızın ve içinde yaşıyor olduğumuz uygarlığın halinin sinemadaki özeti 1990 yılında çekilmiş 12.01 PM isimli kısa filmdir*. Filmde beyaz yakalı bir yönetici olan ana karakter hayatının aynı saatini tekrar tekrar yaşamaya başlar ve çıkışsız olduğunu anladığı zaman kendini vurur. En çıplak halini bu filmde gördüğümüz gündelik yaşantının bozuk plak gibi kendisini tekrar etmesi teması başka pek çok filmde de yer alan popüler bir kurgu, bu kadar popüler olmasının sebebi ise gündelik hayatımızın tüm boyutlarıyla fazlasıyla bu hale gelmiş olması.

Sinemanın kendisine kuşbakışı baktığımızda, bunu daha iyi görürüz. Yaklaşık yirmi yıldır bir “tekrar kültürü” içinde yaşıyoruz. Özgün tek bir senaryo üretilmiyor ve sektör esasen geçmişte çekilmiş ve çok beğenilmiş filmlerin tekrar çekilip gösterime sokulmasıyla dönüyor. Bunun son örneğini feminizan bir sosla kadın müşteriler için de çekici hale getirilmiş Mad Max’te gördük, sırada fragmanının vurucu cümlesi “eve döndük Chewie” olan “yeni” Star Wars var. Bu tekrar kültürü 80’ler, 90’lar partilerine benziyor: Müşterilerin ortak özelliği içinde yaşadıkları çağdan tatminsiz ve mutsuz olmaları. Yaşı yetip de orijinali deneyimlemiş olanlar taklit-tekrarını nostalji açlığıyla satın alıyor; 90’lar partisine giden 96 doğumlular gibi olanlar ise geçmişin güzellikleriyle ilişkilenemeyecek kadar bugünden ibaret, miladı kendi doğum günü olan bir hayat yaşıyor oldukları için. Ama uygarlığımız, her tekrarda kopyasından tekrar kopya çıkartılmış kaset gibi kalitesizleşiyor, niteliklerini yitirip basitleşiyor. Bundan yıllar önce bir dostum Tim Burton’ın yeniden çektiği Maymunlar Cehennemi’ni nasıl bulduğunu sorduğumda bana “düşün ki otuz yıl sonra Dövüş Kulübü tekrar çekiliyor ve bir dövüş filmi olarak çekiliyor” diye özetlemiş, noktayı koymuştu.

Durum budur. Tekrar kültürü sonu gelmiş uygarlığımızın sanatının can çekişmesidir.

Sinemayı çok severim ama doğrusunu isterseniz bunda üzülecek bir şey bulamıyorum. Eğer sinemanın modern uygarlığın aynası olduğunda hemfikirsek; o zaman başka bir yazıda daha andığımız, camdan dışarı bakıp “bu ne lan, dünün aynısı” diyen karikatür adamının hali, hayatı gözlerinin önünden film şeridi gibi geçen adamın halidir ve fakat o adam ölmemekte, bitmek bilmez günlerini yaşayan cehennemde geçirmektedir. Dahası ve daha önemlisi ise şudur: bozuk bir plak aynı notaları sonsuza kadar çalabilir ama aynı karede takılan film şeridi kısa sürede yanıp kopar.

Kaçarı yok, kopacak. Bu dünyayı bugünün dünün aynısı olmasını reddedenler yakacak.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal


* Aynı isimli öyküden uyarlanan söz konusu filmi Youtube’da “12.01 PM” diye arayarak bulabilirsiniz. Çok kötü olan uzun metraj versiyonu ve senaryosu buradan çalıntı olan Groundhog Day ile karıştırmayınız. Her ikisi de Bugün Aslında Dündü ismiyle Türkçeleştirildi. Bahsettiğimiz film 27 dakika uzunluğunda olandır.