Nevzat Evrim Önal

Bu ülkede, bu dört emekçinin ve daha nicelerinin bayrağı altında buluşup hemdert olabileceği; sadece emekçilerin sorunlarını kalıcı biçimde çözmek, patronları iktidardan indirip onları iktidara getirmek için mücadele eden bir parti var.

‘Biz’ler

Nevzat Evrim Önal

Bu hafta dört kişiden bahsedeceğim size.

***

Simge, yirmi yedi yaşında bir matematik öğretmeni. Adapazarı’ndan İstanbul’a okumaya geldi ve beş yıl önce eğitim fakültesinden mezun oldu. Ergenliğinden bu yana en büyük rahatsızlığı taciz, kadın cinayetleri, kadının kaç çocuk yapması gerektiği konusunda ahkam kesen erkekler. Öğrencilik yıllarından bu yana dört kez ev değiştirdi. Son seferinde, iki yıl önce ev sahibi kiralara artış tavanı getirildiğinde evden çıkması için Simge’yi tacizle tehdit etti. İlk kez yalnız yaşamaya başladıktan sonra başından geçen ve korkudan kimseye anlatmadığı bu olay Simge’de kaygılı bir ruh hali yarattı. Halen küçük bir evde yalnız yaşıyor ve mahallesi kentin görece güvenli yerlerinden biri olsa da sokakların ıssız olacağı saatlerde tek başına eve dönmemeye çalışıyor.

Bu olayın ardından Simge hayatında ilk ve son kez 8 Mart eylemine gitti ve yaşadığı tuhaf tesadüf ona polis müdahalesinin korkutuculuğundan daha ağır geldi. Eyleme saldıran polislerin arasında kendisiyle aynı dönem üniversitede, sosyal bilgiler öğretmenliği bölümünde okuyan, hoşlandığı ama açılamadığı çocuk vardı. O anın koşturmacası Simge için “aaa polis olmuş” şaşkınlığıyla geçti.

Simge üç yıldır Büyükşehir belediyesinde öğretmenlik yapıyor. Öncesinde bir özel okulda çalıştı ve okulun yeterince öğrenci alamadığı, yani patronun yeterince müşteri bulamadığı bir yıl aylarca maaşların ödenmediği, içeride kalan parasını ancak bir sonraki öğrenci alım döneminde alabildiği oldu. Bu dönemlerde kirasını geciktirdi, ailesinden yardım istemek zorunda kaldı ama İzmir, Eskişehir gibi şehirlerde iş baktıysa da Adapazarı’na dönmeyi hiçbir zaman bir seçenek olarak görmedi. Ailesiyle arası iyi, ama doğduğu şehirle değil.

Büyükşehir’e girdiğinden beri en azından bu kaygı başlığından kurtulmuştu, maaşının yarısını kiraya verse de ve bir kuruş dahi biriktiremiyor olsa da geçim sorunu yaşamıyordu. Ama 19 Mart’tan bu yana yaşananlar kendisi ve geleceği hakkında kaygılarının kontrol edemeyeceği kadar artmasına neden oldu. İşini kaybetmekten çok korkuyor ama alternatif iş bakmaya çalıştığında en fazla birkaç dakika içinde göğsü sıkışıyor. İşe gitmek ve alışveriş gibi temel gereksinimlerini halletmek dışında artık pek evden çıkmıyor, arkadaşlarıyla yalnız Whatsapp’tan yazışıyor.

Simge modern, düzgün bir ülkede yaşasa böyle kaygıları olmayacağını ve Türkiye’de böyle sorunlar yaşıyor olmasının sebebinin, ülkenin “Atatürk’ün çizdiği çağdaşlaşma yolundan” çıkartılmış olması olduğunu düşünüyor.

***

Ali Haydar yirmi beş yaşında bir motokurye. Simge ile aynı fakültede coğrafya öğretmenliği okuyordu ama KPSS’den kaç puan alırsa alsın Alevi olduğu için mülakatta eleneceğini düşündüğünden okuduğu bölüme hevesi kaçtı ve dört yıl önce okulu bırakıp kendisine bir motor aldı. Annesi motoru alabilmek için yalvar yakar olup sattırdığı ve para biriktirip yerine koyacağına söz verdiği iki burma bileziği sık sık hatırlatıyor; ama daha bir kuruş dahi biriktirebilmiş değil. Kenara biraz para koymuştu ama üç ay önce çevreyolunda emniyet şeridinden giderken hayvanın biri üzerine kırdığında ezilmemek için bariyerlere çarptı. Şerefsiz durmadı bile ama Ali Haydar kenara koyduğu paranın tamamını motorun tamirine harcamak zorunda kaldı, üstüne biraz da borçlandı. Sağ omuzu ve kalçası haftalarca ağrıdı ama en azından hastane masrafı çıkmadığına şükretti.

Bu ilk kazası değil, ama en ciddisi buydu.     

Ali Haydar askerliği tecil edebilmek için açık öğretim işletme bölümüne öğrenci oldu ama sınavları pek takip etmiyor. Zaten takip etmek istese de kolay kolay çalışmaya vakit bulamaz çünkü ne kadar kuryelik yaparsa o kadar kazanıyor. Dolayısıyla doğru dürüst bir sosyal hayatı da yok, zira arkadaşlarıyla geçirdiği her saat kazancından eksiliyor. Çalıştığı bu sisteme “esnaf kurye” deniyor. Kâğıt üzerinde kendi kendisinin patronu, sigortasını kendisi ödüyor; ama tek bir büyük şirketin getirini, götürünü yapıyor. Bazı günler 14-15 saat çalıştığı oluyor ve bu kadar yorularak risk alıyor olduğunun, sonunda başka kimse üzerine direksiyon kırmasa da kendi dikkatsizliği ya da hatası yüzünden başına kötü bir şey gelebileceğinin farkında. Ne var ki elinden bir şey gelmiyor, zira bunun alternatifi motoru satıp lise diplomasıyla iş aramak ve öyle bir adım atmadan önce hem annesinin iki bileziğini geri verip çenesini kapatmak hem de kenara gerçekten biraz para koyup iş arayarak geçireceği zamana hazırlanmak istiyor.

Depoda paket beklediği zamanı genelde sosyal medyada geçiren Ali Haydar son aylarda Suriye’de yaşanan Alevi katliamına dair görüntülere hem çok öfkelendi, hem de, sorsanız asla itiraf etmez ama epey korktu. İnsanlıktan çıkmış cihatçıların er ya da geç Türkiye’de de benzer şeyler yapmaya yelteneceğini, geçmişteki Çorum ve Maraş katliamlarından çok daha büyük olaylar yaşanabileceğini düşünüyor. Para biriktirme planları içerisinde kendi güvenliği için bir silah edinmek de var, çünkü siyaset nereye giderse gitsin bu ülkede Alevi düşmanlığının biteceğini düşünmüyor. 

***

Baran otuz üç yaşında bir kaynakçı, Arnavutköy’de büyükçe sayılabilecek bir çelik atölyesinde çalışıyor. Ali Haydar gibi üniversiteye gitmekle uğraşmadı ve liseyi bitirdiği gibi çalışmaya başladı. Akrabalarının çoğu inşaatta çalışıyor ama o yüksekten korktuğu için kaynakçılık yapan dayısının çalıştığı atölyeye girdi. Tabii gerekçesini kimseyle paylaşmadı.

Baran kendisi de kaynakçılığa “terfi ettikten” kısa bir süre sonra evlendi, şimdi iki çocuğu var. Altı yıl önce, daha ikinci çocuk yoldayken gözlerini karartıp, düğünde takılan bütün altınları da bozdurup krediyle ev aldılar. O yıllarda atölyenin siparişleri, dolayısıyla Baran’ın da fazla mesaileri eksik olmuyordu. Hatta Ziraat Bankası Arnavutköy şubesine gittiğinde, şube müdürüne patronunun selamını iletmiş, çayını bile içmişti. Baran bunun hayatı boyunca talihin gerçekten yüzüne güldüğü tek an olduğunu düşünüyor; zira sonrasında pandemi, kriz derken atölyenin işleri bozuldu, siparişler eskisi gibi gelmez oldu ve Baran’ın fazla mesaileri de neredeyse tümden kesildi. Yine de, enflasyon sadece Baran’ın maaşını değil kredinin taksitini de kemirdi, yoksa şimdi çoğu arkadaşı gibi maaşının yarısını kiraya veriyor olacaktı.

Baran’ın en büyük hayali çocuklarını okutmak, bilhassa mühendis olmalarını çok istiyor. Ama devlet okullarında eğitimin çok kötü olduğunun farkında ve özel okullar ateş pahası. Üstelik patron işler biraz daha kötüleşirse atölyeyi kapatmaktan bahsediyor ve Baran böyle bir şey olursa içeride birikmiş tazminatını kolay kolay alamayacağını düşünüyor. Bu yüzden haftalardır uykuları kaçıyor.

Bir Kürt olarak Baran’ın kısa sayılabilecek hayatı kâh açılım kâh kapanımla geçti ve bu konuda bir heyecanlanıp bir hayal kırıklığına uğramaktan yoruldu. Artık sadece devletin değil, akrabalarının çoğu tarafından “bizimkiler” diye nitelendirilenlerin barış, kardeşlik vaatlerine de inanmıyor. Türkiye’de hiçbir zaman eşit bir yurttaş olarak saygı göreceğini düşünmüyor, bu yüzden çocuklarının okumasını ve mümkünse Avrupa’ya göç etmelerini istiyor. 

***

Rümeysa yirmi dört yaşında bir bilişim uzmanı. Özel bir üniversitenin iki yıllık bilgisayar programcılığı bölümünde okudu. Hayali DGS ile bilgisayar mühendisliğine dikey geçiş yapmaktı ama iki kez denese de devlet üniversitelerinin çok az sayıdaki dikey geçiş kontenjanına yerleşmeyi başaramadı. Özel bir üniversitede bilgisayar mühendisliği okuyabilmesi için gereken para da ailesinde yok. Bu yüzden, iki yıl önce babasının bir tanıdığının tanıdığı vasıtasıyla kimilerinin “bizden” kimilerinin ise “yandaş” olarak nitelediği şirketlerden birinin bilişim departmanında teknik personel olarak çalışmaya başladı.

Rümeysa lise ikiden beri kapalı. Kimse özel olarak onu zorlamadı ama kararını ailesiyle paylaştığında o güne dek yaptığı herhangi bir şeye sevinmedikleri kadar sevindiler ve günlerce evde bayram havası esti. O tarihten bu yana da ne annesi ne babası onu başka herhangi bir başarısı için o gün kutladığından daha fazla kutlamadı. Rümeysa başını örtmesinin içsel gerekçelerini sorgulamıyor, bunun inancının gerekliliği olduğunu düşünüyor. Öte yandan, kadın-erkek ilişkilerinde erkeklerin kolaylıkla saygısız ve hadsiz davranabildiği bu dünyada aldığı kararın onu saygısızlık ve hadsizlikten en azından bir ölçüde koruduğunu düşünüyor.

Tabii “bir ölçüde”, tamamen değil… Altı ay önce işyerinde, ağabeyi bildiği bir insan tarafından yapılan terbiyesizlik aklına geldikçe hiddetleniyor. Hayatın hiçbir şey yaşanmamış gibi devam etmesine, bir özür bile dilenmemiş olmasına daha fazla hiddetleniyor. Ama hem babasını zor durumda bırakmamak, hem işini kaybetmemek, hem de genel olarak çalışmaya devam edebilmek için susuyor. O terbiyesizliği yapan iftira da atar ve Rümeysa babasına zaten bin bir zorlukla kabul ettirdiği çalışma özgürlüğünü kaybetmekten çok korkuyor.

Rümeysa aldığı ücretin yaptığı işin karşılığı olmadığını da, departmandaki tek üniversite mezunu kendisi olmasına rağmen geri kalan herkesin ondan yüksek ücret aldığını da biliyor. Ücretlerin genel düşüklüğü konusunda şefine yakındığında “biz burada sadece kendimize çalışmıyoruz, cihat ediyoruz sayılır” cevabını aldı. Bunun üzerine eşitsizlik konusunu iş yerinde değil, evde annesine açtı; onun yanıtı ise “e tabii kızım, onlar erkek, bazıları ev geçindiriyordur” oldu. Bu sırada Rümeysa maaşıyla yaptığı market alışverişini buzdolabına yerleştiriyordu.

Rümeysa’nın tek hayali kendisine eşit bir insan olarak saygı duyacak birisiyle evlenip yuva kurmak. Böyle birisiyle tanışana kadar da ailesinin “evlen” baskılarına direnmekte kararlı. Zaman zaman, bu baskılar çok arttığında ve zorla evlendirme tehditleri dile getirildiğinde, odasında kendi kendisine ağlarken, çekip gitmeyi hayal ediyor.

***

Bu dört kişinin altında dört bin başka kişi daha anlatabilirim size. Her birinin bambaşka bir kişiliği olacaktır. Bu dört insan ve niceleri, hayatlarını sadece kimlikleri doğrultusunda ve sosyal çevrelerinin sınırı içerisinde yaşadığında muhtemelen hiç olumlu bir çerçevede bir araya gelmezler. Ama aynı okullarda okur, aynı tıkış tıkış belediye otobüsleriyle işe gider, aynı patronlara işçi ya da ev sahiplerine kiracı olabilirler. Aynı fiyatlara bakıp iç geçirir, aynı düşük ücretlere öfkelenirler.

Nâzım bir şiirinde “dert çok, hemdert (yani ortak dert) yok” diye yakınır. Yakındığı aynı dertlerin yaşanmaması değil, bir türlü ortaklaşmamasıdır.

Bugün, çok daha şiddetli biçimde aynı durumdayız. Her gün yoksullaşıyoruz, ülkemiz olmadık maceralara sürükleniyor ve her gün parçalanmaya biraz daha yaklaşıyor. Bizim çıkarlarımızla, yoksulluğumuz ya da eğitim, barınma gibi sorunlarımızla alakası olmayan kavgalarda “tıpış tıpış” taraf olmamız bekleniyor.

Patron partilerinin siyaseti bizi böler. Kimlikler arasındaki düşmanlıklar bizi böler. Oysa emekçiler birlik olmalı, hemdert olmalı. Çünkü emekçiler ancak kalabalık olduklarında, kitleler halinde güçlü olur.

Bu ülkede, bu dört emekçinin ve daha nicelerinin bayrağı altında buluşup hemdert olabileceği; sadece emekçilerin sorunlarını kalıcı biçimde çözmek, patronları iktidardan indirip onları iktidara getirmek için mücadele eden bir parti var. Türkiye Komünist Partisi. Bu yüzden, 1 Mayıs’ta, sınıfın sözünü söylemek için, meydanı patron partilerine ve onların didişmelerine bırakmamak için, Türkiye Komünist Partisi saflarına!