Nevzat Evrim Önal

Olan bitenlere bir sergideki tablolar gibi yaklaşmaya devam ettiğimiz müddetçe hissettiğimiz üzüntü ve kaygının hiçbir kıymeti yok.

Bir sergideki tablolar

Nevzat Evrim Önal

Bu yazıyı, dünyanın bugün geldiği noktanın ve gitmekte olduğu yönün yanlış olduğunu, değişmesi gerektiğini düşünenler için yazıyorum. Filistin, Lübnan ve Suriye’de son bir yılda olanlardan, bu olanlarda başta Türkiye olmak üzere “dış güçler”in oynadığı rolden, yaşananların yarın filizlenmek üzere ektiği yeni kıyım ve yıkım tohumlarından endişelenmiyor, her ne olacaksa bunun hayatınıza dokunmayacağını, dolayısıyla sizi ilgilendirmediğini düşünüyorsanız; yani içinde yaşadığımız düzenin bireyi insanlıktan çıkartan bencillik şerbetini içtiyseniz ve halinizden memnunsanız, yazının devamını okumayabilirsiniz.

***

Peki, madem artık biz bizeyiz, biraz samimi bir sohbet edebiliriz.

Dünya, Orta Doğu, Türkiye bu hale geldi çünkü insanlık 1991’de büyük bir yenilgi aldı ve hala onun uzun vadeli sonuçlarını yaşıyoruz.

Baas Suriyesi, Soğuk Savaş dünyasında emperyalizm ve sosyalizm arasındaki mücadelenin yarattığı, dış tahakkümün olmadığı gri bölgede yükselmişti. Aynı diğer Baas iktidarları ya da Yugoslavya gibi. Ve emperyalizmin rakipsiz olduğu günümüz dünyasında bir yeri yoktu. Ve ne kadar direndiyse de, sonunda yıkıldı.

Dünya çapında saygı gören ve vicdanlı, ahlaklı her insan tarafından kucaklanan; defalarca uçak kaçırma eylemlerine katılmasına rağmen aklı başında kimsenin meşruiyetini sorgulayamayacağı Leyla Halid gibi bir kahraman çıkartmış; öncülüğünü Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin yaptığı laik ve özgürlükçü Filistin direnişi de Soğuk Savaş dünyasına aitti. Emperyalizm rakipsiz kaldıktan kısa bir süre sonra bu mücadelenin liderliği Hamas’ın eline geçti. Bu oldu diye mazlum Filistin halkının direnişi tarihsel meşruiyetinden bir şey kaybetmedi, ama önderlik gericileştikçe, yenilgi kaçınılmaz hale geldi.

Burada çok önemli bir noktanın altını çizmek istiyorum: Sorun sadece sosyalizmin yokluğu, Sovyetler Birliği’nin desteğinin ortadan kalkmış olması değil. Sosyalizmin olduğu dünyada emperyalizmin insanı insanlıktan çıkartan ideolojisi de tek egemen değildi. Emperyalist ülkelerin bağrında da kentli ve emekçi kitlelerin kolektif ahlak ve vicdanı çok önemli bir toplumsal güçtü. Emperyalizmin sürekli liberal zehirle çürütmeye çalıştığı bu güç ona en nefret ettiği şey olan sınırlar dayatıyordu. Sosyalizm yıkıldıktan sonra emperyalizmin liberal saldırısının önünde de bir engel kalmadı. Liberal ideoloji işçi sınıfının kolektif vicdanını yıktı ve onu yalnız, güçsüz, bencilleşmeye açık bireylere parçaladı.

Ve bugün, yıkım henüz kendi kentine gelmemiş, evinin kapısından ya da duvarından içeri girmemiş bizler, olan bitenleri parçası olduğumuz insanlığın başına gelen güncel felaketler değil de sanki bir sergideki tablolarmış gibi izliyoruz. İsrail Filistinli çocuk ölülerini üst üste yığıyor ve biz Rubens’in Masumların Katli tablosuna bakıyoruz. Aradan aylar geçiyor, reforme olmuş, eğitilmiş, donatılmış şeriatçılar ordusu Şam’a giriyor ve biz birkaç adım atıp Delacroix’nın Haçlıların Konstantinopolis’e Girişi tablosunun önüne geliyoruz.1 Hiçbir etkimiz olmayacağını düşündüğümüz bu büyük meselelerden sıyrılıp, “bari sokak hayvanlarına bir faydam dokunsun” dediğimizde serginin bir alt katına inip Goya’nın Bir Köpek tablosuna bakmaya başlıyoruz.

Olanlar karşısında her birimiz güçlü biçimde duygulanıyoruz. Bu duygulanımlarda bir benzeşme de var: üzülüyor ve kaygılanıyoruz. Ama gördüklerimize somut ve güncel olgular değil de bir sergideki tablolar gibi yaklaştığımız için vicdanımızı örseleyen bu olaylara karşı harekete geçmiyor; sanki olanları durdurmak için bir hamle yapsak, resme fazla yaklaştığımız için alarm çalacak, görevli bizi uyaracak, başka insanlar tarafından ayıplanacak gibi davranıyoruz: Güvenli bir mesafeden fotoğrafını çekip, duygularımızı birkaç cümleyle özetleyip, sosyal medyada paylaşıyoruz.

Oysa bu resimleri avuçlarımızla duvardan kopartıp yere çalmalı, üzerinde tepinmeli, müze güvenliğini ezip geçmeli, duvarlarında sadece böyle resimler olan müzeyi ateşe verip, karşısına geçip yanmasını seyretmeliyiz.

Ne var ki bunun için kalabalık olmalıyız, ama yapayalnızız.

***

Kısa bir parantez: Böyle bir eyleme “barbarlık” diyecekler olabilir, hepsinin canı cehenneme. Eşitlik ve özgürlükten yana olan insan barbarlıktan çekinmemeli. Barbarlık, uygarlığa karşıdır. İçinde yaşadığımız emperyalist uygarlık da vicdansızlığın, ahlaksızlığın, alçaklığın insanlık tarihindeki doruğudur. Bu uygarlığın sahipleri jilet gibi takım elbiselerini giyip, tertemiz tıraşlarını olup, mis gibi parfümlerini sürüp, pırıl pırıl toplantı odalarına gider; işçileri işten çıkartmak, halka daha fazla vergi yüklemek ya da yoksul çocukları bombalayıp öldürmek için kararlar alır; sonra kapısını özel şoförlerinin açtığı pahalı arabalarına binip nezih hayatlarına, saray gibi evlerine dönerler.

Bu bağlamda cihatçı ve şeriatçı HTŞ de saf anlamda “barbar” değildir. O, barbar kavimler içinden çıkmış ve başka barbarları silah zoruyla Roma’ya köle yapan bir işbirlikçi hainler güruhudur.

***

Sanat insanlığın en soylu edimlerinden biridir; ama pekâlâ estetiğinin gücüyle izleyicisini ipnotize edip hareketsiz kılabilir, onun öznelliğini paralize edebilir. Oysa bugün bizim, belki de her zamankinden fazla özne olmaya ihtiyacımız var. Ve insan ancak yalnızlığını kırdıkça, ortak duygular hissetmekle kalmayıp ortak eyleme geçtikçe, yani örgütlendikçe özne olur.

Lütfen kusuruma bakmayın, söylemek zorundayım; olan bitenlere bir sergideki tablolar gibi yaklaşmaya devam ettiğimiz müddetçe hissettiğimiz üzüntü ve kaygının hiçbir kıymeti yok. Duygularımız bizi eyleme geçirmiyorsa, yaşananları durdurmak için bir şey yapmıyorsak, katledilen masumlara değil kendi örselenmiş vicdanımıza üzülüyor, düşen Şam için değil kendimiz için kaygılanıyoruz demektir.

Ve harekete geçmedikçe, bu kifayetsiz duygular zaafımız haline gelir. Düzen bizi bu duygulardan yakalar, onları bazen kışkırtıp bazen teskin eder ve bizi duygularımızı istismar ederek yönetir. Örneğin manipülasyonu ve yalancılığı meslek edinmiş Amerikancı bir gazeteci, “bunlar değişmiş, farklılıklara hoşgörü gösteriyor, kimsenin başını zorla kapatmıyorlar” diye şeriatçı canilerin halkla ilişkiler çalışması yapar ve bu sefer de “oh neyse” der, kaygımızdaki geçici azalma ile teskin olur, olan biteni kabullenip hiçbir tarihselliği olmayan hayatımıza geri döneriz.

Bu döngünün ne bize ne katledilen masumlara faydası var. Ya boş verelim, kendi konforumuza odaklanalım ve yazının başında “sizin okumanıza gerek yok” dediğim bencil güruha katılalım; ya da düzenin bizi içine soktuğu yalnızlaşmayı kıralım, evimizden çıkalım, bizim gibilerle yan yana gelelim ve kızıl bayraklar kuşanıp şiddetin, vicdansızlığın, ahlaksızlığın kural olduğu bu dünyayı yıkmak için mücadele edelim. 

Mücadelede kuşkusuz yenilme ihtimali de var. Ama biz, hayatı boyunca izleyicisini harekete geçirecek sanata eserleri yapmaya kafa yormuş büyük ozan Brecht’e kulak verelim: “Mücadele eden yenilebilir, etmeyen çoktan yenilmiştir.”

Bir de şunu bilelim; bu yanıp yıkılası serginin bir yerinde Bruegel’in muazzam ve uğursuz Ölümün Zaferi tablosu da asılı duruyor ve insanlığın önüne gelmesini bekliyor.    

  • 1Teşbihte hata yok. “Haçlılık” Batı’nın Orta Doğu’ya yönelik bahanesi din olan fetihçiliğidir. Bu fetihçiliğin modern ve emperyalist halinin en büyük eseri soykırımcı İsrail devletidir ve şeriatçı HTŞ güruhu da, emperyalizmin ve İsrail’in uşağıdır. Zamanında Haçlılar da Orta Doğu’da kendilerine işbirlikçi müttefikler bulmakta güçlük çekmemişti.