Bin kedinin rüyası

İnsan hayatının amaçlı olması gerektiği düşüncesini aydınlanmaya borçluyuz. İlerleme fikri, o güne dek sezilen ama tam anlamıyla bilince çıkmayan bir tarihselliğin adını koyuyor ve insana bu tarihsellik içinde kendisini tekrar ve tekrar aşma görevi biçiyordu.

Modernleşmenin kilit taşını oluşturan bu düşünce insanı hayvan kadar çaresiz gören kaderciliği çöpe atmıştı. Böylelikle öncüleri maceracılar ve hayalperestler, sahipleri ise tüccar, sanayici ve bankerler olan görkemli ve dehşetli bir çağ açıldı. Bir yanda keşifler yapıldı, ütopyalar kurgulandı, senfoniler bestelendi ve romanlar yazıldı; diğer yanda ise sömürge imparatorlukları kuruldu, sanayi devrimleri yapıldı ve devasa zenginlikler istiflendi. Sermaye biriktirme özgürlüğü onu sınırlandıran tüm eski esaretleri yok etti ve insanı pek çok açıdan özgürleştirdi.

Ne var ki toplumsal hayatın zorunluluğu, her özgürlüğün başka özgürlükler tarafından sınırlanması ve büyüyen her özgürlüğün başka özgürlükleri küçültmesidir. Bu yüzden sınırsız özgürlük barbarca bir arzudur çünkü başkalarının üzerinde sınırsız bir tahakküm kurmayı gerektirir. Marx’ın çok isabetli biçimde tespit ettiği üzere; sermayeye dayalı özel mülkiyet varlığını sürdürmek için durmaksızın birikmek, önüne çıkan maddi ya da felsefi her sınırı aşmak zorundaydı. Bunun doğal sonucu tarihteki tüm barbarlıkları gölgede bırakacak bir modern barbarlaşma oldu. Sermaye büyüdükçe bütün özgürlükleri yok etmeye başladı. Kısa sürede bireyden dahi bağımsızlaşıp anonimleşti, gözü dönmüş bir azınlığın insanlığın harisçe tekeline aldığı, banka ve borsalara yığılmış bir zenginliğe, bir ejderha hazinesine dönüştü.

Doğayı fethetmiş insanlık yalnızca kendisiyle mücadele eder oldu. Kriz, sefalet ve savaşlar afetlerin yerini aldı. Ve sonunda, 1917 sonbaharında Rusya’da işçi ve köylüler bu gözü dönmüşlüğe yeni maceracı ve hayalperestlerin öncülüğünde dur dedi.

Sermayenin ilk elden yanıtı takındığı bütün uygarlık maskelerini düşürecek nitelikteydi: Nazi faşizmi, o işe yaramayınca da atom bombası ile kitle katliamı tehdidi. Yeni insanlık bunları püskürttüğünde ise en az bunlar kadar korkunç bir adım attılar: İlerlemeden tamamen vazgeçtiler. “Hayatın bireyi aşan bir amacı yoktur, bireyin hayatı ise mutluluğu kovalamaktan ibarettir” dediler ve milyarlarca insanı bu alçalmaya ikna ettiler. Bu bir alçalmaydı, çünkü dayatılan mutluluk formülü maddi tasalardan uzak bir aile yaşantısından ibaretti ve böylelikle insan bir kez daha beklentilerini, biçimi ne kadar sofistike olursa olsun, özünde hayvanınkilerle eşitliyordu.

Hepimiz bu hedefle büyüdük ve hayallerimizden ya vazgeçtik, ya da onları hobi olarak kovalamayı kabullendik. İkna edildiğimiz tasasız ve konforlu yaşam paketi borçlanma sopasının ucundaki tüketim havucu oldu. Koskoca emekçi insanlık olarak hep beraber eşekleştik. Kimimize altın semer vurulsa da hepimiz için sonuç aynıydı. Ya yük taşıdık, ya dolap çevirdik, ya da insanlığın kaderini eline geçirmiş azınlığa binek olduk. Şimdi bütün hayallerimizi ve ütopyalarımızı yitirmiş, en gerçekçi halimizle, gerçeğin çölünde imkânsız bir mutluluğu kovalıyoruz. Bireyi aşan amaçların yeri bireysel, sıradan yaşam kurgularıyla doldurulamadı ve geriye Sartre’a Bulantı’yı yazdıran koca boşluk, uygarlığın sonundaki kara delik kaldı.

Açık ki, bu karanlıktan kurtulmak için elimizi kolumuzu bağlayan statik gerçekçiliğimizi, çok özel sandığımız sıradanlığımızı bırakıp; bir kez daha içimizdeki maceracı ruhu uyandırmamız gerekiyor. “Hayatın amacı bitmektir” diyen Ajan Smith’in karşısında ağzındaki kanı tükürüp düştüğü yerden doğrulan Neo’yu izlerken, sahne güzel olduğu için değil yapmamız gerekenin bu olduğunu hissettiğimizden gözlerimiz doluyor. Nasılını şimdilik boş verelim. Büyük kurtuluşlar karmaşık kurgulardan önce basit ve büyük fikirlere dayanır, bu fikirler ise on bin yıldır değişmedi: Eşitlik ve Özgürlük.

Birkaç yıl önce, dinci gericiliğe karşı örgütlenmek gerektiğini tartışırken, cumhuriyet mitingleri başarısızlığa uğrayınca ülkeden ümidi kesip ABD’ye göç etmiş bir bilim insanı bana “ateistler kedi gibidir, örgütlemek imkânsızdır” demişti. Bizi bozguna uğratan bu yaygın ve yanlış fikrin yanıtını izninizle bir öyküyü özetleyerek vermek isterim.

Halinden mutlu bir ev kedisi kızışma döneminde evden kaçar ve hamile kalır. Buna kızan sahibi yavrularını doğdukları gibi boğar. O gece, evlatlarını kaybetmiş kedi uykusunda rüyalar tanrısını görür ve ona neden böyle olduğunu sorar. Tanrı ona geçmişte dünyaya kedilerin hükmettiğini, ama rüyalarını ortaklaştıran insanların dünyayı kendi hayallerine göre şekillendirip egemenliği kedilerden çaldığını anlatır. Ve eğer yalnızca bin tane kedi dahi rüyalarını ortaklaştırabilirse, dünya tekrar onların olacaktır. Evlatlarını kaybetmiş kedi uyandığı gibi evden kaçar ve kendisiyle aynı rüyayı paylaşmaya ikna olacak bin türdeşini aramak için yollara düşer*.

Büyük kurtuluşlar ne istediğini bilmeden meydanları dolduran milyonların değil, ne istediğini bilen ve o milyonlara yön veren binlerin eseridir. Hemen hepimiz kedi gibi bireysel, pek çoğumuz sahiplerinin evinin güvencesinde mutlu olabilir; ama bu dünya ve ülkenin dayanılamayacak kadar berbat hale geldiğinde hemfikir olanlarımız gemileri yakabilir, rüyalarını ortaklaştırabilir ve insanlığın umutsuzca beklediği kurtarıcılara dönüşebilir.

Belki bin değil ama on binimiz yeter. Artar bile.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal

* Neil Gaiman, “Bin Kedinin Rüyası” (çev. Ece Esmer), Sandman 3 – Düş Ülkesi içinde, Laika Yayıncılık, İstanbul, 2011.