Anlayarak tiksinmek

Geçen haftadan, gözümün önünden gitmeyen iki kare var. Birincisi Ramazan vesilesiyle dağıtılan 100 liralık yardımı Elazığ'ın Zübükzade kılıklı AKP'li belediye başkanının elinden alırken fotoğrafı çekilen çarşaflı kadının yüzündeki hiçleşme ifadesi. İkincisine ise bizzat şahit oldum: Bir başka çarşaflı kadın gözümün önünde bebek arabasına oturmamak için huysuzluk eden iki-üç yaşlarındaki kızını tek kolundan tutup arabaya fırlattı ve kolunu ya kırdı, ya çıkarttı.

Bu iki insan aynı kişi olsaydı şaşılacak hiçbir şey olmazdı; zira ikinci vakadaki hayvanlaşma birinci vakadaki hiçleşmenin sonucu.

İşçi sınıfının büyük ozanı Brecht “Önce ekmek gelir, sonra ahlak” derken yüzde yüz haklıydı. Ekmeği olmayandan erdem beklenemez çünkü insanın onu insan yapan ihtiyaçları dikkate alabilmesi için öncelikle yaşamsal, yani hayvanla ortak olan ihtiyaçlarını makul bir ölçüde tatmin edebilmesi gerekir. Ne var ki, sefalet kapitalizmin doğal bir sonucu, dolayısıyla eşitsiz ancak evrensel bir olgu olsa da bu durumunun sefillerin insanlığını nasıl şekillendirdiği topluma ve döneme göre değişiyor. Dolayısıyla sefalet Latin Amerika’nın gecekondu mahallelerinde dayanışmacı veya Batı Avrupa’nın yasadışı göçmen gettolarında isyankâr bir ruhla göğüslenirken; hatta Türkiye’de de 70’lerden 2000’lerin başına dek kent yoksulları bu iki ruhu kısmen sergilemişken nasıl bugün bu ruhun baskılandığı ve sefaletin cehalet ve ilkellikle böylesine eşanlamlı hale geldiğini, ülkenin üzerine çökmüş islamcı karanlığın partisi AKP’nin kendisine kitle tabanı devşirdiği havuza dönüştüğünü anlamamız gerekiyor.

Kendisi beş parasız olup toplu taşıma aracında tartışma çıktığında milyonlarca liralık yolsuzluklara ağzını eğe eğe arka çıkan, evinin temizliğini komşularıyla yarıştırıp kentsel alana ve doğaya görgüsüz bir Arap turistin kaldığı otel odasına yaptıklarını yapan, gitmek için harçlık aldığı mitingde Beatles konserine gelmiş ergen kız gibi kendinden geçen, Tayyip Erdoğan’ı ıstırıp yalamaktan bahseden bu insanlara karşı hissettiğimiz tiksinti, Roquentin'in bulantısının akut hali. Ne var ki, bu tiksinti kavrayıştan uzak ve tarihsel değil güncel, toplumsal değil bireysel; memleketin içine düştüğü lağımdan üzerimize bulaştığı ölçüde rahatsız oluyoruz. Bu yüzden artık eskisinden çok daha az haber takip ediyoruz; bir yandan da kendimize ve çevremize bu iğrençlikleri kanıksamadığımızı ispat etmeye çalışıyor, her yeni rezillikte sanki şaşılacak bir şey varmış gibi “bu da oldu” diye twit atıyoruz.

Hissettiğimiz tiksinti yanlış değil, eksik. Sefaletin karşısında doğru his kesinlikle merhamet değildir. Merhamet hem gösterilen kişiyi daha da aşağılar, hem de sefil cahiller güruhunun bugünkü özgüveni karşısında bize zarar verir. Lenin’in dediği gibi, öyle günlerden geçiyoruz ki insanların başını okşamaya gelmez, elimizi ısırırlar. Dolayısıyla hissiyatımızda bir yanlış yok: Sefaletten de, sefaleti sürdürülebilir kılmak için körüklenen cehalet ve ilkellikten de tiksinmeliyiz, ama asıl öfke ve nefretimizi bu sefaleti yaratanlara yöneltmeliyiz. AKP’nin aydınlığa karşı en alçakça komplosu, cumhuriyetin modernleşme deneyiminden nasiplenememiş sefillerin önüne zaten bin bir zorlukla görebilecekleri gerçekleri tamamen kapatan bir dev aynası koymak oldu. İnsanlara kendilerine ait hissetmedikleri bir şeyin değerini anlatamazsınız. Cumhuriyet aydınlanması bu ülkenin sefillerinin değildi, onun pek hayrını görmemiş, görseler de anlamamışlardı. Ama oy verdikleri adamın peygambervari mucizeleri olarak sunulan çılgın projeler, hayatlarında gerçek bir değişiklik yaratmasa da o güne dek kendileri dâhil kimsenin kıymet vermediği varoluşlarını verdikleri oy ölçüsünde değerli hissetmelerini sağladı. Sıfırla bir arasındaki fark bir ile sonsuz arasındaki kadardır; dolayısıyla hiç yoktan ortaya çıkan bu değer algısı, sefiller kitlesini esrik bir nirvana hissiyle doldurdu. Bu hissin pençesinde, hiç de kurtarılmaya muhtaç hissetmiyorlar.  

Sefillerin kendi maddi çıkarlarını görme ve bu çıkarlar doğrultusunda örgütlü hareket etme becerileri yoktur. Victor Hugo dahi başyapıtını kaleme alırken kendi idealizmi ile bu gerçek arasında parçalanır ve Jean Valjean'ı maddi ve manevi zenginlikle donatmak zorunda kalır. Valjean'ın sefilliği geçmişindedir ve daha romanın başında karşımızda hali vakti yerinde bir insansever olarak çıkar. Hugo'nun anıtsal romanına konu olan başarısız 1832 isyanından 16 yıl sonra ise Marx, 1848 devriminde Geçici Hükümet'in Paris işçilerine karşı "toplumun atıklarıyla yaşayan serserilerden" taburlar kurduğundan bahseder.

Şimdilik bize karşı kurdukları taburlara 270 YGS puanıyla adam alıyorlar ama iş ciddiye bindiğinde buna benzer şeyleri biz de göreceğiz. Meselenin özeti şu ki, sefiller insanlığın kurtuluşunun öncüsü olmayacak. Dünya yanacaksa da onu garipler değil, tanrılardan ateşi çalanlar yakacak. Bu sorumluluk bizimdir. Kendimizi kurtarırken geri kalan herkesi de kurtaracağız ve bunu bir ölçüde Morpheus’un Neo’ya dediği gibi onlara rağmen yapacağız. Merhametli olduğumuz için değil, bizim de insanlığın da başka kurtuluşu olmadığı için.

Uygarlığın sonunu yaşıyoruz, her şeyi değiştirmeden hiçbir şeyi değiştiremeyiz.

[email protected]
@nevzatevrimonal