Altın kafes, paslı zincir

Kırk hafta önce sohbetimize “kaybedecek neyimiz var aklımızdan başka?” sorusuyla başlamıştık. Kısmen retorik bir soruydu ve zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan insanlığa işaret ediyorduk. Ne var ki, hepimizi bir salona doldursalar ve elimize kâğıt kalem tutuşturup “kaybetmek istemeyeceğiniz şeyleri yazın” deseler çoğumuz sağlık, akıl sağlığı ve sevdiğimiz insanlar gibi şeylerin yanı sıra para karşılığı edinilen çeşitli mal veya konforlar da sayarız. Ama o halde, madem ki kaybedecek şeylerimiz var, başkaları bize ve biz kendimize işçi statüsünü yakıştıramamakta haklı mıyız? Apartman dairesinden siteye taşındığında park yeri sorunundan kurtulacağını veya Olimpos’un artık çok bozduğunu ve Palamutbükü’nü denemek gerektiğini düşünen işçi mi olur?

Brecht’in okumuş işçisinin soruları kadar zor sorular bunlar; ama aynı zamanda aldatıcılar. Doğru soru şu: Elimizdeki kimi konforları ne pahasına elde ettik?

Gelin, olgulara kısaca bakalım.

2006 yılının Ocak ayından bu yılın Nisanına kadar mevduat bankalarının alacaklısı olduğu konut kredileri yüzde 937, ihtiyaç kredileri yüzde 1533, kredi kartı borçları yüzde 413 artmış. Aynı dönemde tüketici fiyatları artışı ise yüzde 210, yani borcun birikme hızı enflasyonu kat be kat geride bırakıyor. Bahsettiğimiz yüzdelerin parasal karşılığı şöyle: Bu dokuz yıl dört ay zarfında kişi başı bireysel borç miktarı 4500 liraya dayanmış; toplam bireysel borç yığınına 109 milyar lira konut, 143 milyar lira ihtiyaç, 54 milyar lira kredi kartı borcu eklenmiş.

Bu sayılar ellerimizin, ayaklarımızın ve hepsinden önemlisi, ücret karşılığı sattığımız aklımızın vurulduğu zincirin tonajını gösteriyor. Bitmez tükenmez yorgunluğumuzun, sabah yataktan kalktığımızda ayaklarımızı prangalanmış gibi sürümemizin, kâbuslarımızda göğsümüze çöken ağırlığın, yetmeyen tatiller ve bitmeyen Pazartesilerin tümünün gizemi bu sayılarda saklı. Bize içinde otopark ve “rekreasyon” alanı, kapısında güvenlik görevlisi olan 3+1 bir altın kafes satıyor, boynumuza da zamanında Haliç’i kapatmak için çekilene benzer bir paslı zincir asıyorlar. Otopark demek araba, 3+1 demek çocuk, ikisi de zincire yeni halkalar demek. Bu borçların altında giriyor ve her ay ev sahibinin, işe giderken otobüstekilerin ağız kokusunu çekmeyeceğiz diye seviniyoruz. Hayat kısa, vade uzun; bazen otuz yıla varıyor. Bu süre zarfında bir de işler ters gitmeye görsün, ev sahibinden kurtulduk derken evin bir odasını Airbnb’den kiraya vermek zorunda kalıyoruz.

Toplamda milyarlarca lira kredi faizi ve anaparası ödedik, bu saydıklarımız bedelin henüz öde(ye)mediğimiz kısmı. Ve her gün büyüyor.

Peki, okumuş işçinin sorularına devam edelim: Bu gerçekten hakkaniyetli bir külfet paylaşımı mı? Sorun gelirimizle alamayacağımız şeylere tamah etmemiz, tüketim çılgınlığımız, müsrifliğimiz mi? Hakkımız değil mi kendimize ait bir evde oturmak, düzgün bir hayat yaşamak, çocuğumuzu neredeyse anadilinden önce Arapça dua ezberletilmeyen bir okulda okutmak veya patrona satmadığımız günlerimizde, saatlerimizde keyifli şeyler yapmak istemek?

Bu kredileri hiç çekmeseydik dokuz yıl boyunca yaklaşık 200 milyar liralık mal ve hizmet satın alamamış olacaktık. O zaman Maho Ağa’nın oğlu kılıklı müteahhit evleri, koç gibi veya zorlu fabrikatörler ürettikleri arabalarla plazmaları kime satacak da kâr edecekti? Öve öve bitiremedikleri Türkiye ekonomisi nasıl büyüyecekti? Evin taksitleri daha bitmedi ama onu bize satan hödük eve verdiğimiz parayla torunu yaşındaki sevgilisine çoktan ev fiyatında bir araba almış, ödemesini de peşin yapmıştır. Bizim taksitler ise menopoza ya da orta yaş bunalımına girene kadar sürecek, o zamana kadar müdür her çağırdığında işten atılma korkusuyla aklımıza ilk onlar gelecek. Bu mu hakkaniyet?

Bir patron batarsa alacaklılar şirkette ne varsa onu alır, şahsi mal varlığına dokunamaz; ama biz borcumuzu ödeyemezsek başımızı soktuğumuz evden atarlar. Beş parasız ölen müflis patron hikâyelerinin yüzde doksan dokuzu bu büyük adaletsizliğin yarattığı infial hissini hafifletmek için uydurulmuş birer şehir efsanesidir; ama hepimizin yakın olmasa da uzak çevresinde kredi borçlarını ödeyemeyip intihar eden birisi vardır. Ot Dergisi’nden Turgut Yüksel halimizi muhabbet tellalının borçlandırıp çalışmaya zorladığı fahişelere benzetmiş, yürekten katılıyorum; ama yazısının geri kalanındaki suçlayıcı dili doğru bulmuyorum. Bize fahiş fiyata sattıkları hayatta abartılı lüksler değil, her insanın hakkı olması gereken şeyler var: Kaliteli barınma ve ulaşım, güvenli ve sağlıklı bir ortamda yaşama ve çocuklarını yetiştirme olanağı. Oysa bizden bunlara sahip olduğumuz için her gün sırtımızda şaklayan “yiğit kamçısını” sineye çekip eşek gibi çalışmamız ve insanlık dışı yaşamlara mahkûm edilen milyonlara bakıp halimize şükretmemiz bekleniyor.

Yoksula bakıp haline şükretmekle yetinen mütevekkil değil aşağılıktır. Biz de ötücü kuş değil kafa emekçisiyiz, bu altın kafesin kapısını kırıp kaderimizi kendi elimize alabilecek güce sahibiz. Borç esaretin en büyüğü haline geldiyse, özgürlük kavgası onu reddederek başlar; reddederek ama “ayrıcalıklarımızı” geri vermeyerek.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal